31 Temmuz 2008 Perşembe

The Dark Knight

"...ben yalnızca arabaları kovalayan bir köpeğim, bir tanesini ele geçirsem onunla ne yapacağımı bile bilmiyorum"


Motivasyonun bir düstur olması bekleniyorsa bile, gerçek kötülük için ancak bir teferruattır bu inanış, "neden kötülük?" diye sorana "neden ışık var?" diye mi sormak lazım illa? Gölge, ışık varoldukça yok mudur? O zaman neden bu telaş? Neden bu korku? Ve neden şakalar sizi güldürmüyor artık? Neden bu kadar ciddisiniz?

"...bazı insanlar sadece herşeyin yandığını görmek isterler"

Nolan...

Buna hazır mıydık?

Hazırlanabilir miydik?


Biz senden Batman beklemeyi "başladığında" bırakmıştık da Kara Şövalye bekleyecek kadar hazırlanmamıştık. Sen Hannibal Lecter'a mı düşmansın? Darth Vader'a mı? Edebiyatın ve sinemanın en kötülerine mi rakip doğuruyorsun hem de çoktan doğmuşundan? Hem de bir kahramanın hikayesinden mi fırlayıp geliyor bu manyaklık? Iago'nun olmayan kemiklerini mi sızlatacaksın yoksa cesedini mi yem edeceksin kötüye açlara?




Joker, tarihin en kötüsü.
Yalnızca
Kendi tarihinin değil.

"...ben yalnızca otobüs şoförünü öldürdüm"

Trajedi yalnızca sahne tozunun gözyaşı dirhemi değil hayatın ta kendisidir ki o yüzden yükselmiştir sahnelere, sergilenecek, canlandırılacak ve hemen esnasında burkacak kadar büyüktür ve bir o kadar da yalın. 2000'lerin 8.sinde hem de hemen başucunda bir yıldız kaydığında, üzüntümüzün bakî kalacağını biliyorduk da kayarken gökyüzünü kanatıp çarpık bir gülümsemeyi samanyoluna hediye bıraktığını henüz bilemiyorduk.


Heath Ledger'ın zamansız ve bir hayli talihsiz kaybı soru işaretlerinin de başlangıcıyken tek bir cevap, iki küsur saatlik bir cevap yetti de arttı tüm sorular için, sorulmamışlar ve sorulacakları da kapsaması soru işaretlerinin kifayetsizliğinin değil cevabın maharetidir.

Kanun denen şeyin asfalta yapışıp gün ışığında çürümekle erimek arasında kalakaldığı bir şehirde neden maskeli bir kahraman kanun koyucu olarak seçilmiştir? Neden kahramanlar halkın işine geldiğinde omuzlarda gezdirilirken, işlerine gelmediğinde de aç kurtlara yem olarak atılmaya hazırdırlar? Ve neden sadece çocuklar kahramanların düşmediklerini görürler? Neden gazeteler, medya patronları, hükümet yetkilileri bir araya gelseler de saklayamazlar gerçeği naif gözlerden? Neden şafak sökmeden önce zifiri karanlık hüküm sürer her seferinde ve neden kara şövalyeler her zaman hazır kıta beklerler beyaz şövalyelerin düşüşünde?

"...seni öldürmeyen... yabancılaştırır"
Her karesi, her planı ve her virajı birbirinden keskin ve kana susamış bu filmi izlerken edebi ve mahşeri pek çok düşünce akın etti zihnimin dar sokaklarına, ve patlamalar, patlamalar, ardı ardına patlamalar, en zayıf halkanın değil en sağlam halkanın peşine düşen "plansız" plancının o halkayı an be an kemirmesi, kırmasa da pasa bulaması ve diğer halkalara yayılması o oksit dalgasının... Joker'in ana fikri bu işte, yegâne motivasyonu ve tek yaşam amacı, yokluğa tanık olmak ve bunun peşinde elinden geleni ardına koymamak!
Batman'e karşı "ben tek, siz hepiniz" diyebilecek bir cürret!

Caine, Alfred olarak döktürürken bir baba yadigârından çok öte, bir mentor, bir yol gösterici, kahramanlığının ergen döneminde Batman'e bir ağabey adeta. Jokergillerin doğasını, aşkın bir yarasanın gözlerini açma ihtimalini ve elbette mesaisi hiç bitmeyen smokinli kahramanlığını meraklı gözlere tüm görkemiyle sergilerken, alkışlatarak izletiyor kendisini.

Aaron Eckhart! Hesap ver! Nasıl bu kadar kusursuzsun? Nasıl da bir müthişlik timsali olarak beni erkeklik ve insanlığımdan tiksindirirken sana saygı da duymama, sinir olurken gıpta etmeme ve beyaz şövalyeliğine güvenmeme yol açabiliyorsun? Beni korkutuyorsun. Beni gerçekten korkutuyorsun, hayır, ürküten öbür yüzün, o kusursuz halinle beni korkutuyorsun. Ürkütme işine henüz başlamadık, inanıyorum ki zamanı gelecek.

Morgan Freeman... Bay Fox. Methiye düzmeye hacet yok.

Gordon, Komiser Gordon, Emniyet Müdürü Gordon... Batman Begins'de Gary Oldman'a gereken ağırlığı vermeyen Nolan bu filmde resmen günah çıkarmış, dörde bölünmüş hikayenin en profesyonel yüzü o, aile babası, polis, dost ve avıyla avcılığı arasında travmatik sıkışmalar yaşayan bir adam... Ve sondaki konuşması, o konuşma, o konuşmanın bütünü...

Batman filmin sonunda öyle bir parlıyor ki filmin değil, kahramanlık mertebesinin de kahramanı oluyor. Christian Bale artık bir Hollywood starı ve maskesindeki boynuzların kısalıp sivilce kadar kalmasından mıdır bilinmez, tarihin en insan Batman'i olarak etin ve kemiğin siyaha bürünse de kendi zifirisinden kurtulamadığını iç burkarak sahneliyor.

İkinci saati devirirken bile yürek ağızda koltuğumuza sindiğimiz film, ruhumuzu mengenesinden salıveriyor, beni İstanbul'a, seni Ankara'ya, bir başkasını Boston'a, Tokyo'ya ancak eninde sonunda hepimizi kendi Gotham'ımıza.

Birden çok yüzümüz olduğunu illa yarısı kavrulunca hatırlamamıza gerek yok, seçimlerin ve sevginin illaki havaya uçmasına gerek yok, ve kendi şeytanlarımızla kapışırken belki de maskesiz direnmeye imkan yok, somurtmaya gerek yok, ciddiyete gerek yok, elinizde kesici ne varsa, gülümsetin kendinizi.

"...neden bu ciddiyet?"

Will Smith Özel Dosya: "Hancock"




10 yıl boyunca Hollywood'da dolanan bir senaryo, kahramanlık taslamakla alakası olmayan bir adam, geçmişten gelen sırlar ve elbette tüm bunların L.A. semalarında mikserlenip leziz bir sunumla perdeye yansıması; Hancock.

150 milyon $ maliyetli bütçesini hasılatıyla üçe katlayan bu dev Hollywood yapımının Will Smith'e ne kazandırdığı bir yana, süper kahraman bereketiyle çalkalanan yaz aylarında hafif meşrep gibi gözükse de mütevazi görkemiyle işini başarıyla kotardığı muhakkak.

Anti-kahraman edasının sulu zırtlak olmayan işlenişleri her zaman keyif vermiştir. Hancock'ın da alkolle başarısız geçen imtihanı ve "kurtarırken mahveden" kahramanlığının Los Angeles halkına ızdırap çektirişi filmin ilk yarısının önemli bir kısmını oluşturmakta.

Kahramanımızın kamu mallarını tarumar ettiği günlerden birinde bu sefer halkla ilişkiler uzmanı Ray'i kurtarması -ki bu kahramanlığı da şehir demiryollarına pahalıya patlıyor- ve hemen akabinde Ray'in teşekkür amacıyla Hancock'ın imajını elden geçirme çalışmaları bir hayli eğlenceli. Bu kısma kadar herşey güzelken filmin benden aldığı puanı +1 arttıran etkenle tanışıyouz, Charlize Theron ve uzun saçları! İnanılmaz. Sinema eleştirmeni olabilir miyim bilemiyorum ancak güzelden anlamak için alim olmaya gerek yok!

İdeal eş portresini perdeye taşıyan Mary'nin, kendisiyle tanıştığı andan itibaren Hancock'tan kaynaklanan huzursuzluğu size klasik ailesine düşkün ve kol kanat geren ev kadını tribini hatırlatıyorsa emin olun filmin ikinci yarısında çok şaşıracaksınız!



Hancock, sıkı bir eğlencelik ve sıkı bir aksiyon filmi. Özel efektleri, büyük bütçeli sahneleri, küçük ancak heyecanlı sürprizleri olsun tam bir haftasonu seyirliği ve müthiş bir patlamış mısır tükettiricisi.
7/10

29 Temmuz 2008 Salı

Resident Evil Degeneration EKİM'de gelecek.

Capcom-Sony birlikteliğinde yapımı devam ettirilen, Resident Evil'ın animasyon filmi "Resident Evil: Degeneration"un merakla beklenen yeni videosu yayımlandı. Uzun süredir oyunun sevenleri tarafından beklenen video (biz oluyoruz), yapım hakkında daha net fikirler veriyor. Video'da oyundaki karakterlerden, Leon Scott Kennedy ve Claire Redfield göze çarpıyor.

Filmin çıkış tarihiyse 18 Ekim 2008 olarak açıklandı. Şu an için filmin sadece Japonya'da vizyona gireceği düşünülürken, diğer ülkeler için Blu-ray ve DVD versiyonlarının da satılması bekleniliyor.

24 Temmuz 2008 Perşembe

Bu yıl Comic-Con'da Star Trek yok!

J.J. Abrams işte aynen böyle dedi. "Yok bu yıl size bişi" diye. Halbuki geçen yıl çok güzel bir duyuruyla herkesi sarsmıştı ama bu sene maalesef sessiz olacaklarmış. Bunun da nedeni Paramount imiş. Aynı şekilde G.I. Joe ve Transformers 2 de gözükmeyecekmiş dediğine göre. Mantıklı nedeni de Star Trek'in 1000'den fazla görsel efekte sahip olmasıymış (koca bir yuh oha ). Abrams bunun bir strateji olduğunu da belirtiyor (bence yetiştiremediler gösterecek birşeyler).

Abrams birkaç nokta hakkında daha kelam etti tabii. Zachary Quinto'nun (Heroes'tan Sylar) harika iş çıkardığını vurguladı. Spock rolüne değişik bir tat katmış kendisi.


Filmin senaryosu da gayet ilgiçmiş (garipmiş daha doğrusu). Eski ve yeni Star Trek hayranlarının birşeyler bulabileceği yapıdaymış. Örneğin Kirk'in ve Spock'un aslında nerede, nasıl bu kadar kanka olduğunu gösterecekmiş film.


Sci-fic dizi ve filmleri arasında ST'i çok sevmesem de, açıkçası bu Abrams yapımını çok merak ediyorum. Ha bir de Simon Pegg var ya, Scotty rolünde, izlenmez mi bu film :)

22 Temmuz 2008 Salı

Will Smith Özel Dosya: "Pursuit of Happyness"

Pursuit of Happyness bizim 80'ler Türk filmlerine bir noktada son derece benziyor aslında. Fakirliği ve beraberinde gelen şanssızlıkların sıralandığı birçok filmi eminim ki izlemişsinidir. POH'ın farkı ise "ümit"inde yatıyor. Ama önce Will Smith...


Hollywood'un ünlü simalarından olan Smith, POH'a kadar bence Adam Sandler tadında biriydi. Adam Sandler'la nasıl ki Reign Over Me'de ağladık, aynısını Will Smith'le, POH'ta yapıyoruz. Film ağlatıyor. Hatta orta çaplı depresyona bile sokuyor. Tabii film bitince içimiz biraz daha
rahatlıyor ama film izleyip yatan tiplerdenseniz, içinizde bir yerde kıymık batma hissini hissetmeniz olası. Hele hele, fakir sayılabilecek bir aileden gelmişseniz, filmi belki de biraz daha çok benimsiyorsunuz.


(Spoiler içerir, karışmam bak!)

1980'lerde, sağlık teknolojileri sektörü yeni yeni gelişiyordu (bize göre uçuyordu aslında) ve portotif X-Ray cihazları revaçtaydı. Tabii Chris Gardner'a göre... Evini ağzına kadar bu aletlerle dolduran Chris, gün gelir bu cihazları satamaz duruma gelir. Hastaneler ve doktorlar
bu cihazlara sıcak bakmazlar, hem de pahalıdır... Cihazları satamayan Chris'in evi yavaş yavaş huzursuzlaşır. Eşinin fazla mesai yapması, çocuğuyla daha az ilgilenmesi, biriken kiralar, vergiler, borçlar derken klasik bir aile buhranı çıkar. Şanssızlık da cabasıdır. Bu noktaya kadar Chris o bildiğimiz Türk erkeği gibi erkek gururunu kaybetmemeye ve çocuğunun gözündeki imajını zedelememeye çalışır. Çocuğu yani Christopher (ki Jaden Smith, Will'in öz oğludur) bu anlarda müthiş rol keser. Babasını anlamaktadır içten içe ama o bildiğimiz "her şeyi isteyen munzur" çocuk rolüne pek bürünmez; mütevazidir ama bu davranışları annesinin gidişinden sonra değişecektir. Hem çocuğun hem babanın buradaki psikolojik değişimi, ekrana muhteşem aktarılmıştır, saygıyla eğilirim önünde.

Acizlik ve hayata karşı dik durma savaşı işte kasetin bu B side'ından sonra başlıyor ve izleyicinin de boğazı yavaş yavaş düğümleniyor. Bu bölümleri en iyi özetleyen sahne şüphesiz metro sahnesi. O geceyi metroda geçirmek için planlar kuran Chris, çözümü çocuğun hayal gücünde
bulur ve bir dinazor hikayesi uydurarak "mağaralarına" çekilirler (çocuğu da bu senaryoyu bozmaz yavrım benim) ve Chris'in acizliği doruk noktasına ulaşır. Her şeye rağmen güçlü olmalıdır yine de...

Filmin son saniyelerine kadar bir inancın savaşı var POH'ta. Bildiğinden ve inandığın şeyden, ne olursa olsun vazgeçme, çekeceğin sıkıntıların mükafatı büyük olacak mesajı filmin her saniyesine işlenmiş. Hele öyle güzel bir sonu var ki, oradaki artık Chris değil, siz oluyorsunuz. Empati yeteneğiniz en kör bile olsa bu filme dayanamayacağınızı iddia ederim. Bu tip filmlere pek rastlayamıyoruz sonuçta. Hele ki Hollywood'ta, hele ki Will Smith filmlerinde. Oscar kaçırdığına üzüldüğü tek filmdir her halde POH...8.1/10
Download Linki için (alıntıdır) TIKLAYIN

19 Temmuz 2008 Cumartesi

Will Smith Özel Dosya: "I am Legend"

Benim için Will Smith'in 'geyik oyuncu' statüsünden 'iyi oyuncu' statüsüne çıkması Pursuit of Happyness ve ardından I am Legend ile olmuştur. PoH'dan MegaVolkan bahsedeceğine göre, ben efsaneyim (hmm, iyi bağladım bence).


Bir çok filmde görmüşüzdür; virüs salgını sonrası tüm şehir harap olmuştur, yaşayan tek bir insan kalmamıştır, o şehre ait tüm trademarklar yıkıntı halindedir ve bu çok üzücüdür, caddelerde dolaşan boş alışveriş arabaları, salgının patlak verdiği tarihe ait bir gazetenin üzerinden geçer, gazetenin manşeti "Stay away from the infected, the symptoms are..." şeklindedir, süpermarketlerin rafları boş, yüreği sarhoştur falan filan. Bu post-apokaliptik klişelerden şikayetçi olduğumu söyleyemem, üstüne bir de bunların çok şık bir biçimde zenginleştirildiğini düşünürsek, I am Legend'ın başlangıcı için kısaca "mükemmel" diyebiliriz. New York'un beşinci caddesinin kalabalığına bir çok filmde şahit oluyoruz zaten, fakat koca şehirde tek başına kalmış bir adamın kırmızı Mustang'inin camından uzattığı pompalı tüfekle geyik avlamaya çalıştığı sahneleri tasvir etmeye çalışmam saçma olurdu heralde, o yüzden denemeyeceğim bile.


Yalnızlığını Samantha isimli sadık köpeğiyle ava çıkarak, savaş gemilerinin üstünde golf oynayarak, video dükkanlarına yerleştirdiği cansız mankenlerle diyalog kurarak ve sevdiği filmlerin diyaloglarını ezberleyerek gidermeye çalışan kahramanımız, aslında her şeyden ümidini çoktan kesmiştir. Korkmaktadır ve dünyasını dışardaki tüm tehditlere karşı (salgından payını almış vahşi zombiler -ki beklendiği üzere karanlıkta yaşamaktadırlar ve ellerinde 'biz 11 Eylül'üz' diyen bayraklar taşımaktadırlar) kapatmıştır. -Burada kendime altın makas uyguluyorum, çok fazla yazıp filmin her şeyinden bahsetmek istemiyorum- Film göstere göstere bir Jesus Christ gövde gösterisine dönüşse de, sonunda Hristiyanlığı dünyaya yeniden yaymış gibi gururlansa da, izleyeni kendinden almayı başarıyor diye düşünüyorum. "Ben olsaydım ne yapardım?" sorusunu film boyunca aralıksız sorduğumu hatırlıyorum çünkü.


Will Smith, Bad Boys'tan beri Hitch ve Ali dışında tüm filmlerini izlediğim bir oyuncu. Oynadığı role iyice oturduğunu ve olgunlaştığını sıfır şüphe ile söylemek mümkün (film eleştirmeni mod: on). Oynadığı Robert karakterinin yalnızlığını en ufak mimiğine kadar izleyenlere yansıtabilmiş olması, özellikle video dükkanında ağlarken ve tanrı hakkındaki hiddetli tartışmada öfkelenirken gösterdiği mükemmel ötesi performansları, onu ilerde çok daha önemli filmlerde, önemli rollerde görebileceğimizin bir işareti olabilir. Ha, adam Hollywood'un en tanınan aktörü belki, ben burda ne saçmalıyorum bilmiyorum ama henüz alamadığı Oscar ödülünü belki bir gün alır diye ümitleniyorum sanırım (film eleştirmeni mod: off). Yani kıscası süper film abie yeaaa 8/10


Download Linki için (alıntıdır) TIKLAYIN

18 Temmuz 2008 Cuma

Terminator Salvation: The Future Begins

Çok önemli filmler vardır ya hani, devam fikri gündeme geldiğinde merakınıza engel olmazsınız, işte bu onlardan biri çünkü kadroda son dönemde itibarını tavana vurdurmuş bir oyuncu var. Christian Bale… . Heyecanla beklenen kıyamet sonrası için ise Mayıs 2007'de serinin tüm haklarını satın alan The Halcyon Company şirketi yeni bir üçleme için kolları sıvadı. Üçlemenin ilk halkası olan "Terminator Salvation: The Future Begins" 22 Mayıs 2009'da vizyona girmek üzere hazırlanıyor. Halihazırda henüz salyalarımız yere düşmeden beklediğimiz Batman: The Dark Knight varken bir de bu haberle gelen official bir trailer var huzurlarımızda. İlgi çekici ve merak uyandırıcı olduğu kesin…

Skynet ve Terminator ordusuna karşı insanların direnişine liderlik eden John Connor'ı en son Batman, Christian Bale canlandırıyor. Ancak bu sefer terminator serisinin demir başı Arnold Schwarzenegger kadroda yok. Birçok sinemasever Schwarzenegger olmadan bir Terminator filmi çekilemez diye düşünse de 61 yaşındaki oyuncunun filmde oynaması gerçekten çok zor. Belki yapımcılar ufak bir sürpriz yaparak kendisine küçük bir rol verirler…

Watchmen TRAILER


Zack Syner'ın yönetmenliğini yaptığı Watchmen'in ilk trailer'ı çıktı. Filmde üstün bir görsellik kullanıldığı ilk saniyelerden belli oluyor. Zaten Zack'in büyüsü de burada; epik, karanlık ve cool. Efektlere dibimiz düştü diyebiliriz. Ha, bir diğer dip düşüren de Silk Spectre rolüyle Malin Akerman oldu...






Detaylı bilgi için: http://www.imdb.com/title/tt0409459/
Resmi sitesi: http://watchmenmovie.warnerbros.com/

16 Temmuz 2008 Çarşamba

Kayıta [REC]2 ile devam...

İspanyol sinemasının geçen sene çıkardığı bence en iyi korku-gerilim filmi olan [REC], elde ettiği başarının ardından devam etme kararı aldı (olaaa). İlk filmde başarıyla boy gösteren Jaume Balaguero ve Paco Plaza, ikinci filmde kamera arkasına sarkmış gözüküyor.

Şu anda bütçeden, senaryodan ve oyunculardan hiç bahsedilmese de, filmin devam edeceği, aynı havanın ve aktüel kameranın korunacağı söylendi- ki bu kadarı bile beni heyecanlandırmaya yetti aslında.


14 Temmuz 2008 Pazartesi

The Incredible Hulk



Klorofili, bir diğer tabirle "yeşil sevicilik" varsa serde, mor kıspetli gamatik pehlivan Hulk'u es geçmek olmaz. Bundan yıllar evvel Ang Lee'nin fakir ama gururlu resmedişi, Eric Bana'nınsa kalas ama onurlu modelliğiyle iyice çiğleştirdiği haki dev sinema perdelerine geri döndü, yeni kadrosu, komple yeni hikayesi ve daha Amerikan -yani olması gerektiği- haliyle. Arkadaşlar, Ang Lee iyidir hoştur ama dağda kovboy çiftleştiren adamın nasıl olur da humanik radyoaktif King Kong'a sahip çıkabileceği düşünülebilir? Görsel açıdan çizgi roman samimiyetine yaklaşılmış olsa da, nazarımda hiç de "eğlendiren" bir film değildi ilk Hulk. Bu sefer karşımıza çıkan hikayede Hulk'un oluşum ve dönüşüm süreci değil, ortalığı birbirine kattıktan sonra Banner'ın yaşadığı kaçak hayat var. Brezilya'da, karnavallarda dam üstünde gam bırakmamak varken kendisini fabrika işlerine, kepazeliğe veren Banner'ı yakalamak için peşine ordu gönderip, oraları adama boğan Betty'nin hain pederi tam bir kalleş kayınbaba figürü olarak karşımıza çıkmakta. Hele bir de bi tip var ki böyle İngiliz Kraliyet Ordusu mensubu falan ama çıkar kamuflajı, ver eline Algida kutusunu, plajlarda bağıra bağıra gezsin "Donduuuuuuuuuuuuurma, ayskıııııııııriiiiiiiiiim" diyerekten. Yani anlayacağınız tam bir kaos ortamı! Ve bu ortam yıldızlı, şeritli bayrağın memleketine taşındığı andan itibaren kaotik kelimesi resmen kifayette sezonluk indirime giriyor. Bir yandan Betty’nin “kıl Selami” tipli sevgilisini bırakıp Bruce’un kollarına koşuşu, öte yandan Hulk’tan yediği efsanevi dayağın akabinde “O nasıl kafaydı birader sendeki, ne içtiysen ben de istiyorum” diye geyik yapmaya yeltenmesiyle Abomination olması bir olan Blonsky, anlayacağınız ortam tam bir manyaklık kumpanyası. Trajedik sevdaların tayta hapsolmamış, tiril tiril macerasının yanında brokoli fazlasının göz çıkarmayacağını çocuklara öğütleyen bu yaz günü şıkı filme koşun yapışın derim ben, çizgi roman üstadlarımızdan aldığımız feedback de beni desteklemekte, bi 2 saat oturun da eğlenin canlarım benim. 8/10


21 "Bir Blackjack Hikayesi"

Kumar filmlerini aslında pek sevmiyorum (Maverick hariç) sevemiyorum. Bunun nedeni sanırım hem kumar oyunlaırnı (pişti hariç) bilmiyor oluşum, zardan ve kağıttan yana hiç şansım olmamasına bağlanabilir, bilemeyeceğim ama genelde, eğer 2 saatim varsa bunu bir kumar temelli filme ayırmayacağım yönündedir. 21 ile bu "prensibimi" bozuyorum. Çünkü hem Hz Kevin Spacey filmde rol alıyor hem de çok beğendiğim Across The Universe'ü sırtlayan Jim Sturgess...

Film tamamen Blackjack üzerine kurulu diyebiliriz. Bir grup "zeki" genç, legal yollarla Blackjack yani 21'den yüklüce para kaldırmak için planlar yapıp bunları uygulamaya sokuyorlar. Laurence Fishburne işte burada devreye giriyor ve film seyri güzel bir hale dönüşüyor benim için. Öncelikle film uydurma taktikler üzerine inşaa edilmemiş. 21 bilenlere tanıdık oldukça iyi stratejiler verilmiş ve sistemin gerçekten "yenilebilinir" olduğunu göstermiş ama gerçek hayatta kartları saymak, filmdeki kadar kolay olmasa gerek.

Ayrıca film Vegas'ın büyüsünü de gözler önüne sermek istemiş, çok paranın getireceği satışların, farklı dünyaya adaptasyonun ve "azla yetinmeyen çoğu bulamaz"lığın kısa özetlerini göstermiş.

Film bence sinemalık değil. Görsel olarak hiç etkileyici değil ama bu tip filmleri sevenler için senaryo iç acıcı diyebiliriz. En güzeli evde, elde iskambil kağıtları, DVD olarak filmi izlemek. 7/10


Download için (alıntıdır) TIKLAYIN

13 Temmuz 2008 Pazar

The Mummy III: Tomb of the Dragon Emperor

The Mummy serisi, anlam veremediğim bir şekilde sadık kaldığım serilerden. İlk filmin hem ürpertici hem eğlenceli havası unutulmazdı. İmhotep'in ölümcül karizması, filmin mistik atmosferi ve Rachel Weisz'ın tarifsiz güzelliği ile (ki kendisi SinCity II'de oynayacak, şahaneden daha da iyi bir haber) tam bir sinema eğlencesiydi The Mummy. İkinci film beklendiği üzere vasattı, kadro olduğu gibi duruyordu üstüne bir de ön plana çıkarılmış Anck Su Namun ve Scorpion King vardı ki tadından yenmiyordu fakat ilk filmden sonra hiç tatmin etmemişti. Şimdi şansını iyice zorlayan seri, İmhotep'siz, Rachel Weisz'sız üçüncü filmle devam ediyor. Brendan Fraser'a bu filmde eşlik eden ve bizleri biraz ümitlendiren isim ise Jet Li. Weisz'ın oynadığı Evelyn karakterini de Maria Balo isimli hanfendi oynuyor. Pek ümitli değilim ama fragman mükemmel duruyor. Zaten seriye sadık olmak demek bu filme de gitmek demek.

Film 1 Ağustos'ta vizyonda.

imdb linki: http://www.imdb.com/title/tt0859163/


Mummy 3 Trailer

The Man from Earth

İki gün önce sanırım beşinci kez izlemiş oldum bu filmi. Bu neyi gösterir? Bir insan bir filmi bu kadar sık izliyorsa ya çok beğenmiştir, en sevdiği filmlerden birisidir ya da anlamamıştır. Filmin anlaşılmayacak bir kısmı yok, o seçeneği eleyelim. Filme taptığım da söylenemez, en sevdiğim filmler sıralamasında ilk 50'ye dahi sokmam. E neden bu kadar fazla izlemişim bu filmi? Dandik oyunculuk, berbat seslendirme ve inanılmaz kötü finaline rağmen beni filmi beşinci kez izlemeye iten nedir: Diyaloglar. Daha önce yazmıştım foruma, film muhteşem ötesi bir kitabın konsantre hale getirilmiş versiyonu gibi. Öyle ki, karakterler arasında geçen diyalogları dinlemek (başka bir deyişle çok şık yazılmış satırları okumak) bile yeterince büyüleyici.


Bir akademisyen, en az kendisi kadar donanımlı bilim adamlarını "günümüzde hala yaşayan bir mağara adamı" olduğuna ikna ediyor. Bunu yaparken tarihle ilgili edindiğimiz tüm bilgilerden yararlanıyor. Karşı tarafın verdiği tepki de "bunları söylemen elbette doğal, tüm kitaplarda bulabiliriz bu söylediklerini" oluyor. Sıra insanların üzerine inançlar inşa ettiği, uğruna karşılıklı yıkıma gittiği, peşinde hayatlarını şekillendirdiği bilgileri "bozmaya" gelince tadından yenmez bir hal alıyor. İşte o zaman, modern mağara adamımız koca bir insanlık tarihinin ne kadar cılız temeller üzerine kuruluduğunu arka arkaya gelen tüyler ürpertici iddialarla o kadar güzel gözler önüne seriyor ki, bu temel bilgilerin çıkış noktası ve yayılışı bir saniyeden daha kısa bir sürede tuzla buz oluyor. İnsanın "Biliyordum, Budizm dünyanın en önemli öğretisiydi vallahi biliyordum bak" diyesi geliyor.



History and Novel isimli derste "deconstruction" denen akımı (ki akım yanlış kelime, doğru Türkçe karşılığı aklıma gelmedi) inceledikten hemen sonra bu filmi izlememden olsa gerek, filmle aramda garip bir bağ oluştu. Hani yeni bir şey öğrendikten hemen sonra denk geldiğimiz çok güçlü bir örnek o öğrendiğimiz şeyin iyice pekişmesini hatta kusursuz bir hal almasını sağlar ya, benim de tecrübe ettiğim buydu. Daha sonra "Aylin Hanım, muhteşem bir deconstruction örneği budum, filmi sınıfta izletelim nolur please!" diye yalvarmam ve hoca dahil tüm sınıfın filmi ağzı açık bir şekilde izlemesi de işi daha bir üst boyutlara taşımama sebep oldu. Epey güçlü bir etki bırakıyor film. Tüm berbat yanlarına rağmen günlerce hatta aylarca insanın aklından çıkmayan filmlerden. Christ/10
imdb linki: http://www.imdb.com/title/tt0756683/

Download Linki (alıntıdır) için TIKLAYIN

11 Temmuz 2008 Cuma

Max Payne geliyor...

Acılarını bullet time efekti ile daha da azaltmaya, bir nebze olsun yavaşlatmaya çalışan kahramanımızı, oyunun hayranları ve vizyona girdiğinde aralarına eklenecek yeni hayranlar ile sinemalarımızda görmeye çok fazla zaman kalmadı. Filmin vizyon tarihi 17 Ekim 2008...

Yayınlanan official trailer size biraz olsun ipucu vermeye çalışsa da esas oğlanı beyazperdede görmeden tam olarak acısını anlayamayacağız sanırım. Merak edenler veya göz atmak isteyenler için fragman huzurlarınızda. Başrolde Mark Wahlberg...


Be Kind Rewind / Lütfen Başa Sarın



Michel Gondry... Bir çoğumuzun önünde secde edeceği Eternal Sunshine of the Spotless Mind'in yaratıcısı. Ondan sonra da Science of Sleep... Bu adamın sinema gözüne bayılıyorum diyebilirim. Farklı baktığı bir gerçek ama herkesin kendi içinde birşeyler bulabileceği bir farklılıktan öte değil bu. Son filmi BKR ise az önce bahsettiğim iki filmden daha iyi değil ama en az onlar kadar "farklı".

Tabii ki filmin ağır topu Jack Black. Onun ardından ise Mos Def (Mike) geliyor. Kendisini çok komik bulmasam da, Jack'in (Jerry) arkadaşı olabilecek kadar absürd mimiklere sahip; yani mantıklı bir seçim. Ama aynı şeyi Danny Glover için söyleyemem. Filme bence son derece ters bir karakter kendisi. Ama neyse...

Filmin tag'ı zaten bir çok şeyi özetliyor "Siz adını koyun biz çekelim"... Bir kaza sonucu Jerry, devraldıkları VHS film satan dükkandaki tüm filmleri bozar. Bunun üstüne de bu iki sivri zekalı arkadaş, istenilen filmlerin çok daha kısalarını tek kamera ve bütçesiz(!) çekmeye çalışır. İşte Gondry'nin zekası burada devreye girer çünkü bu sahneler muhteşem. Hem güldürüyor hem nostalji sağlıyor hatta bazen hüzünlendirebiliyor. İkili bu filmlere bir de terim buluyor tabii; o da Sweded!

Sinema severlerin filmde gideceği iki yol var, ya bayılacaklar ya da harcadıkları zamana üzülecekler. Ben ilk yoldan gittim valla. Çok eğlendim. Bir sinema sever olarak ekrandaki sinema sever biraderleri görünce insan farklı duygulara kapılıyor- ki sormayın gitsin.

Bu Sweded akımı sanırım genişleyecek. Filmin ana sayfasını mutlaka gezin. Orada yavaş yavaş, hayranların da Sweded ettiği filmler yer almaya başlıyor. Belli mi olur, belki gaza gelip arkadaşlarınızla bir filmi de siz Sweded edebilirsiniz :) 7.4/10

Detaylı bilgi için: http://www.imdb.com/title/tt0799934/



Download Link (alıntıdır) için TIKLAYIN



10 Temmuz 2008 Perşembe

De Niro ve Bruce Willis bu filmde "What just Happened"


Bruce Willis'i, Robert De Niro'yu, Sean Penn'i ve daha bir çok tanıdık simayı bu filmde görebileceğiz. Filmin konusunu yazmak yerine filmden bir sahne olan şu klibi izlemenizi öneririm. Bruce abimizin bıyık ve sakalı çok yakışmış:)
Film Ekim gibi sinemalarda olacak ve gözüken o ki; güldürecek!

8 Temmuz 2008 Salı

Hellboy 2: Golden Army "It's not your imagination!"

11 Temmuz'da Amerika'da, 15 Ağustos'ta Türkiye'de gösterime girecek olan Golden Army, serinin 2. filmi. Şüphesiz ki yine Del Toro'nun hayalgücüne kapılıp büyük keyifle izleyeceğiz bu filmi.


Untraceable / Öldür.com (2008)


Filmin fragmanını ilk gördüğümde, beynimde güzel şimşekler çakmıştı. Alışageldik gerilim türünü, internet ile birleştirmek ve bunu dedektiflikle harmanlamak iyi fikir sayılabilirdi. Yönetmen koltuğunda da Gregory Hoblit'i görünce zaten (bkz. Fallen, Fracture, Hart's War, Frequency) "ahaa neden olmasın" dedim.


Öldür.com'un adı da fragmanı da aslında bir çok spoiler içeriyor. Filmin bahşettiği ilk gizem burada yok oluyor bir nevi. "Bir internet sitesi var ve manyağın biri canlı yayında kurbanlarını, ziyaretçi sayısına göre öldürüyor". Filmin tek cümlelik özeti işte böyle. Dedektiflik kısmı ise aslında biraz daha iyi. İnternet teknolojilerini sağlıklı şekilde ele alan filmin dedektifleri, güzel terimlerle ve ütopik bir yetenekle katili bulmakta bir hayli zorlanıyor (ki "bulacak mı acabaaa" ayağına yatmıyorum çünkü ben bulunmadığı bir film görmedim). Diane Lane bu dedektiflerden biri ve tam anlamıyla internet kafeci gençlik triplerinde. Filme hiç yakışmamış ve rolünü iyi icra edemiyor. Yani sen kos koca FBI da sanal suçlar departmanın bilmem ne yöneticisisin ama armut gibi PC kullanıyorsun, hiç inandırıcı değil. Geriye kalan oyunculuklar da vasat.

Film, Testere (Saw) serilerinin teknolojik versiyonu gibi işlenmeye çalışılmış. Ortada bir düzenek var ve katil aslında öldüren değil izleyen taraf, öldüren taraf da biz kullanıcılar oluyor. Fena fikir mi değil mi size kalmış. Eğer oyuncular daha iyi olsaymış, biraz daha gerilim seviyesi ve kan/et sahneleri artırılsaymış filmin notu az daha yukarı çıkabilirdi ama şu haliyle anca keyifsiz bir akşamınızda gözlerinizi yormaya yarar. 6.3


Resmi sitesi (öneririm, gezin): http://www.killwithme.com/

Download Link için TIKLAYIN (alıntıdır)


7 Temmuz 2008 Pazartesi

Pathology - Karanlık Tıptan Hikayeler

-- Spoiler içerebilir --

Heroes'un Peter Petrelli'si Milo Ventimiglia ve Poison Ivy II'nin Lily'si Alyssa Milano'yu (çok mu geriye gittim? Bence Milano bir kaç poison daha çevirebilecek kadar formunda :)) buluşturan Pathology, bir kaç patoloji asistanının kendi aralarında oynadıkları ölüm oyunlarını anlatıyor. Esasında öldürme oyunlar demek daha doğru olur. Yer yer oldukça ekstrem sahneler de içeren filmde gore levelı azılı snuff fanlarını hayal güçlerinin sınırlarında dolaştıracak kadar güzel ayarlanmış. Ventimiglia, Heroes'daki performansını aratmıyor. Senaryosu hiç de klişe kabul edilemeyecek ağır bir filmin altından başarıyla kalkmış.

Filmin finali son derece başarılı. Film boyunca geri planda kalan karakterin son dakikalarda sahaya çıkıp maçın kaderini değiştirecek golü atması tam bir futbol şöleni. Tek fark, maç yeşil sahada değil otopsi masasında yapılıyor. Filmin sonundaki kurbana canlı otopsi sahnesi her midenin kaldıramayacağı türden. Film sonuna kadar iyi dayandıysanız bile son sahnede televizyona serbest atışlar yapmanız muhtemel.

Kesinlikle akşam yemeğinden sonra ailecek izlenebilecek bir film değil. Öte yandan ilk Saw'dan bu yana izlediğim en güzel kes-biç filmi.

Download linki için TIKLAYIN (alıntıdır)

ÖLÜLERİN BBG EVİ; DIARY OF THE DEAD


Dennis Hopper'lı, Asia Argento'lu kadrosu, akıllı zombileri ve modern toplumun yeni sınıfsal bölünmelerine yönelik altmetni ile kanımca karambole giden ve hak ettiği ilgiyi - belki de biraz da fazlaca pop tarzı yüzünden - görmeyen "Land Of The Dead"den sonra Romero'nun yeniden bu sulara gireceğini hayal bile edemezdim. Gelin görün ki insanoğlunun hala en büyük korkusu ölüm ve hala kendi kendimize hayatı cehennem ettiğimiz bir sivilizasyonda yaşıyoruz, dolayısıyla Romero'nun zombilerle dolu yeni bir evren yaratması için önümüzde hiçbir engel yok demektir!


George Amca, oldukça uzun bir zamana yayılan müthiş dörtlemesinde ( hatırlatalım; Night Of The Living Dead - Day Of The Dead - Dawn Of The Dead - Land Of The Dead ) kurduğu evreni tarihin karanlık sularına gömdükten sonra 90'ların ikinci yarısında hayatımıza giren internet, cep telefonu ve kayıt edevatlarıyla yeniden şekillenen modern orta sınıfın hayatına odaklanan yepyeni bir seri başlatıyor. Artık hepimiz her an her görüntüyü kaydedebilecek kadar donanımlı, her an her yerde ulaşılabilecek kadar mobil "yaratıklarız"; peki bu durum durup dururken ölülerin hayata dönüp bu mobil üniteleri yemeye başladığı bir dünyada nasıl "görünüyor"


Evet Romero'nun yaptığı tam da bu, nasıl göründüğümüzü gösteriyor bize. Film boyunca ısırılan, kaçan, korkan canlılar, ellerinde video kameralar, cep telefonları ve internet bağlantılarıyla birbirlerine dünya çapında "nasıl öldüklerini" anlatıyorlar. Tıpkı Blair Witch Project'de, Cloverfield'da ya da BBC'de, NTV'de sıradan bir akşam haberinde olduğu gibi.. Romero bir adım daha öteye gidiyor myspace.com/diaryofthedead adresinde seyircilere kendi çektikleri zombi sahnelerini koyma fırsatı tanıyor. Bunu bilinçli olarak myspace gibi interaktif bir alanda yapıyor, zira "herkes orada". Netekim, filmin kendi websitesi projenin başından beri ironik olarak "coming soon" modunda beklemekte.


Kısacası Romero, yeni duruma uygun malzemelerle şok tedavisine devam ediyor. Ama izlerken artık şok tedavisinin ne kadar etkisiz kaldığını görecek, sahnelerden ne kadar az etkilendiğinizi gördükçe ya tıpkı bu sayfaların yazarı gibi hemen filmin arkasındaki metine sarılmak isteyecek ya da filmden nefret edeceksiniz.. Bu eylemin sadece kendisi bile yaşadığımız çağda herşeye ne kadar hızlı karar vermek zorunda olduğumuzun bir başka kanıtı olacak.


Halbuki zombiler, sahip bile olmadıkları "et kafalarıyla" amaçlarına ulaşırken ne kadar da yavaş hareket ediyor...

Download Linki için TIKLAYINIZ (alıntıdır)

Forbidden Planet (1956)

-- Spoiler içerebilir --

"Zamanının çok ilerisinde" kavramını muadillerinden bir kaç gömlek daha fazla hak eden Forbidden Planet, insanlığın diğer gezegenlere koloniler kurduğu ve ışık hızında yolculuk edebildiği bir gelecekte geçiyor. Hikayenin giriş kısmı, o günler için değilse bile bugün klişe sayılabilir. Yıllar önce uzak bir galakside (a long time ago in a galaxy far, far away) kaybolan bir uzay gemisi ve onu aramak üzere görevlendirilen bir başka gemi. Gezegene indiklerinde, aradıkları geminin mürettebatından bir kişi hariç kimseyi bulamamaları da muhtemelen filmin çekildiği dönem için oldukça yaratıcı bir senaryoydu. Tabii ki mürettebatı öldüren ve halen ortalarda dolaşan yaratığı da unutmamak gerek.

Leslie Nielsen'ın gençliğini önemli bir rolde izleyebileceğimiz filmi esas ilginç kılan ise, mevzubahis gezegende binlerce yıl önce yaşamış olan bir uygarlığın geliştirdiği, gezegene gömülü olan ve kendi kendini yenileyebilmesi sayesinde halen çalışan devasa makinenin yetenekleri. İşi iyice spoiler haline getirmeden filmin "o dönem için çok iyi bir yapım"dan daha öte izlenimler uyandıran orijinalliğini anlatmak mümkün değil.

Bu "döneminin ötesinde" olayını görsel uygulama açısından da kesinlikle belirtmek gerek. Renkli film teknolojisinin henüz emekleme aşamasında sayılacağı yıllarda yaratılan bu görsel efektlere şapka çıkarıyorum.

Knowing (2009) Trailer

Nicolas Cage 2009'da, Alex Proyas yönetiminde bir gerilim filmiyle geri geliyor. Ona Rose Byrne de eşlik ediyor. Gizem sevenler beklemeye başlayabilir.
IMDB

KNOWING TRAILER -HD-


4 Temmuz 2008 Cuma

Metropolis "tamamlanmak" üzere...


Bilim kurgu klasiklerinden ''Metropolis''in çıkarılmış sahneleri Arjantin'de bulundu

Avusturyalı-Alman yönetmen Fritz Lang'ın çektiği sessiz bilim kurgu filmi "Metropolis"in çıkarılmış sahnelerinin neredeyse tamamının, Arjantin'in başkenti Buenos Aires'te bulunduğu bildirildi.

Filmin haklarına sahip olan Friedrich Wilhelm Murnau adlı Alman vakfından Anke Wilkening, "Bugüne kadar eksik olan hemen hemen tüm sahnelerin bulunduğunu" belirtti.

Wilkening, Buenos Aires sinema müzesi ortakları tarafından bulunan yaklaşık 25 dakika süreli bu sahnelerin 16 milimetrelik film şeridi üzerinde olduğunu söyledi.

Vakıf, görüntülerin düşük kalitede olmasına rağmen, bulunan sahneler sayesinde artık bu başyapıtı tamamlamanın mümkün olacağını düşünüyor.

Amerikan Paramount film yapım şirketinin yetkilileri tarafından kesildiği belirtilen film, orijinal haliyle Ocak 1927'de Berlin'de gösterilmiş ve bu tarihten sonra kaybolmuştu.

04 Temmuz 2008 - Vizyona Girenler

Ülkemizde 4 Temmuz 2008 tarihi itibariyle sinemalara 4 güzel film geliyor.
KUNG FU PANDA - Fragman (HD)




Jack Black, Angelina Jolie, Dustin Hoffman, Jackie Chan Lucy Lui gibi bir birinden ünlü yıldızların seslendirmesiyle gelen bu animasyon filmi, şüphesiz gülmekten kırıp geçecek.


Ayrıntılı bilgi için: http://www.imdb.com/title/tt0441773/



HANCOCK - Trailer



Will Smith matrak havasıyla yine insanlığı kurtaracak, Charlize Theron yine güzelliğiyle büyüleyecek (bkz. abartı sanatı)...
Ayrıntılı bilgi için: http://www.imdb.com/title/tt0448157/


Vizyona Çıkan Diğer Filmler ise:


Aşkzede - Forgetting Sarah Marshall : http://www.imdb.com/title/tt0800039/


Kadavra - Pathology :

3 Temmuz 2008 Perşembe

Wanted

Day Watch ve Night Watch gibi filmlerin yönetmeni Timur Bekmambetov (bir sene sonra Twilight Watch'u da izleyebileceğiz), Hollywood'a bu filmle transfer olurken, biz de sınırsız bir eğlence için sinema salonlarına transfer oluyoruz efem. Fizik kurallarının zorlanmadığı, direkt olarak iptal edildiği, über-fantastik, mega-triptonik, "neden" sorusu soran seyirciye orta parmağını kaldıran çok şımarık bir film Wanted. Shoot'em Up kadar manasız, Frank Miller's 300 kadar bullet time (hu yea), Italian Job kadar araba akrobasisi olmaktan geri kalmıyor. Bazen Max Payne oynar gibi hissettim bazen de NFS: Most Wanted. Yer yer kendini çok ciddiye alıyor, yer yer hiç bir skime yaramıyor ama keyiften geberdiğimi itiraf etmeliyim.


Filmin en güzel yanıysa başından sonuna kadar tam bir çizgi roman havasında gidiyor olması. Çizgi roman uzmanı değilim elbet fakat anlatım o kadar güzel ki, sahneleri zihinde kare kare ayırıp bir çizgi romanın sayfalarıymışcasına takip etmek mümkün. Angelina Jolie, Morgan Freeman ve James McAvoy da gayet iyi oynamışlar. Konusundan bahsetmeme gerek yok, elbette dandik bir hikayesi ve yirminci dakikada kendini ele veren bir twist'i var. Bunlar eksi yanları tabi, ama kimin umrunda, film muazzam derecede eğlenceli. 7.5/10

Detaylı Bilgi için: http://www.imdb.com/title/tt0493464/

2 Temmuz 2008 Çarşamba

The Ruins

Karşımızda çok satan bir romanın uyarlaması bir film var. Best seller olmuş bir roman olan “The Ruins” Türkçeye de İthaki yayınları tarafından çevrilmiş bulunmakta. Yazar Scott Smith senaryo dalında Oscar adaylığı olan biri ve bu işi ne denli iyi kıvırabildiğini bu filmde açık ve seçik olarak gözler önüne serebilmiş.

Filmin konusundan kısaca bahsetmek gerekirse, sürprizleri bozmayacak şekilde yazabilirim sanırım: Bir grup arkadaş zaten oldukça eğlenirken neden daha fazla eğlenmeyelim düşüncesi ile! Meksika’da bir ormanın derinliklerinde bulunan maya uygarlığına ait bir tapınağa doğru ilerlemeye başlarlar. Sonrası zaten amansız bir ölüm kalım mücadelesi şeklinde devam ediyor. Ama inanın bunu çok iyi bir şekilde yapıyor. Ve bu nokta da çoğu benzerinden ayrılıyor.

Filmin tarzındaki temel sorunların bu filmde minimumda olması, beni filmi önemsemeye iten büyük bir neden aslında. Diyaloglar oldukça yerinde kullanılmış. Filmin temposunda ve akışında da hiçbir problem yok. Karakterlerimizin temsil ettikleri ruh durumları ve imgeler kimi yerde fazla birbirine karışmışsa da temel anlamda filmin dinamiğine hiçbir şekilde zarar vermiyor. Keza karakterlerin temsil ettikleri şeylerin filmin geneline bakıldığında çok daha anlamlı olduğunu vurgulamak gerekiyor. Oyunculuk anlamında biraz sorunlu bir yapısı olmasına rağmen bu da sizi eminim pek rahatsız etmeyecektir.


Filmin vaat ettiklerini, bir düşününce üzerine düşen vazifeyi oldukça yerine getirdiğini söylemeden edemem. Bu tarz filmlerin inandırıcılık ve tahammül sınırlarını aşan işin vahşet kısmı o kadar ustaca ve yerinde kullanılmış ki kimi yerde yaratılan ve sunulan bu gerçekçiliğe pes bile diyebiliyorsunuz. Keza filmde öyle bir sahne var ki beni benden aldı. Sanırım bir daha bahsettiğim o sahneyi izleyemem. Son cümlelerimden amaçsız şiddet filmlerinde birisi daha mı yoksa gibi bir anlam çıkaracakları en yakın hostele uğurlayarak yoluma devam etmek isterim.

Yakın zamanda çok ama çok kötü örneklerini izlediğimiz tarzın sineması için önemli bir adım daha olmuş bir film. Olanca doğaüstülüğüne rağmen. bana izlerken inandırdı film ekibi. Önemli nokta da burası sanırım.

“Descent” severleri özellikle izlemeye yönlendirmek isterim. Spoiler olmaması için film hakkında yazmak istediklerimin çok önemli bir kısmını yazamıyorum. İzleyin konuşalım. Şimdiden iyi seyirler…

300'e devam filmi geliyor


Bir süredir dedikodusu dönen hikaye nihayet imza ile sonuçlandı. Yazar Frank Miller ve yönetmen Zack Snyder, Warner Bros ile anlaşmaya vardı ve kolları sıvadılar.


Filmin henüz, 300'den önce mi, sonra mı geçeceği belli değil (ama sanki sonrasında geçecek gibi geliyor bana?). Filmin adı da belli değil. İpler şu anda F. Miller'in elinde. Kendisi ilk önce çizgi-romanını bitirecek, daha sonra da Zack bunu CGI yardımıyla nasıl beyaz perdeye aktaracağını düşünecek.

"Mirrors" Ağustos'u serinletecek gibi...

The Hill Have Eyes'ın yazar ve yönetmi, Alexandra Aja'dan son model bir korku filmi geliyor. Adı Mirrors, yani Aynalar.


Film, korku sinemasında sıkça kullanılan aynaları konu alıyor ama bu sefer alışılmışın dışında. Alexandra'nın bu sefer ki fantezisi, aynadaki görüntünün yapacakları, karşı tarafın çevresini ve kendisini etkilemesi üzerine. Zaten fragman'ı izlediğinizde bunu "dehşetle" göreceksiniz.



Filmin kadrosu süper diyemeyiz ama yine de Kiefer Sutherland (24) ve Paula Patton (Deja Vu) iyi iş çıkarmış gibi gözüküyor ilk izlenimlerine göre.