30 Ağustos 2008 Cumartesi

Voltran, Voltran, Voltran

Uzun yillar once evrenin bilinmeyen koselerinden bir efsane geldi...

Iyilerin sevdigi kotulerin korktugu voltran sayesinde galksinin heryerine baris geldi.
Dunya gezegeninde Glaksi Birligi kuruldu ve evrenin her yaninda barisi gelistirdiler.
Ancak yeni ve korkunc bir tehlike galaksi barisini tehdit ediyordu.
Voltrana ihtiyac duyuldu.
Voltran " Evrenin Savunucusu"...

“Voltran, Voltran, Voltran” sloganıyla bilinen ve beş robotun bir araya gelip dev bir robota dönüşerek mücadeleye girişmesini konu alan animasyon beyazperdeye aktarılacak. Bu filmin yapımcılığını da Mark Gordon üstlenecek.

Body of Lies (Yalanlar Üstüne) yakında....


Usta yönetmen Ridley Scott kadrosuna yakın dönemin iki yıldız ismini alarak,politik bir aksiyonla beyazperdeye giriş yapmaya hazırlanıyor.David Ignatius'un romanından aktarılan filmin ikilisini DiCaprio ve Crowe canlandıracak.El Kaide liderine tuzak kurmakla görevlendirilen iki CIA ajanının neler yapacağını merak edenler için official trailer çok uzağınızda değil.Ülkemizdeki vizyon tarihi 10 Ekim 2008...

27 Ağustos 2008 Çarşamba

Harry Potter and the Half-Blood Prince...ertelendi

Garip vizyon tarihi ertelemeleri Hollywood'da tam gaz devam ediyor. Son olarak 21 Kasım 2008'de vizyona girecek olan film aniden 2009 yazına ertelendi. Film 17 Temmuz 2009'da vizyona girecek.

26 Ağustos 2008 Salı

Mirrors

Aynalar...


Sadece cam ve sırdan mı oluşur muhteviyatları?


Yoksa çok daha büyük güçleri, kendi dünyaları, kendi gerçeklikleri ve düzenleri mi vardır?


Eğer durum buysa, aynaların dünyası bizimkine etki edecek kadar kuvvetli midir? Kuvvetten kastım; aynadaki aksimiz başlarsa kanamaya bizden de firar eder mi can suyumuz?


"Doğaüstü güçler" temalı korku filmlerinin son on yılda bir halta yaramayan, doksanar dakikalık vakit katilleri haline gelmeleri elbette janrın her yeni filmine önyargılı yaklaşmamıza sebebiyet vermekte. İşte tam bu halet-i ruhiyeye sahip bir üçlü olarak Mirrors'a giderken sanırım nispeten pozitif olan tek kişi bendim aramızdaki. Kimileri bayat da olsa, her tip korku filmine çılgınca bir ilgim olması sebebiyle "ne çıkarsa bahtıma" diyerekten salonun karanlığına bıraktım kendimi.


Mirrors ise daha ilk dakikasından golünü kaleciyle beraber ağlara sokmakta gecikmedi. Kan, Mirrors'ın övündüğü yönlerinden, müthiş görüntü yönetmenliği sayesinde boğaz kesilmesinden, kişisel çene koparma kürüne ve daha pek çok hasta ruhlu sahneye maruz bırakmadan film yakanızı bırakmıyor.


Filmle alakalı müthiş pozitif bir nokta var ki günümüz yapım şirketlerinin saçma tanıtım politikasına kurban giden tonla filmi anmak lazım sırf bu sebepten, Mirrors'ın fragmanını izlediyseniz, benim gibi filmin basit bir lanetli ev hikayesi olduğunu umacaksınız ve ne mutlu ki yanılacaksınız. İç içe geçen bir kaç farklı hikayenin çekirdek ailemizin başına musallat olan bir bela çerçevesinde anlatıldığı filmi bence henüz vizyondayken mutlaka izleyin.

Elbette Mirrors sütten çıkmış ak kaşık değil ve filmin yükselerek ilerleyen temposu boyunca gözünüze batmasa da çıktıktan sonra aklınızı kurcalayacak bariz hatalı detayları var. Bir diğer zayıf yönüyse, karakterler. Hikayenin gücü malesef karakterlere yedirilmemiş, filmin geneli Kiefer Sutherland etrafında döndüğünden, günü kurtaran oyunculuğu bu hisse mani olsa da filmin ertesinde düşününce "cardboard cut" dediğimiz, on filmden en az dördünde karşımıza çıkacak karakter tipleri var filmde.
Bu eksiler kesinlikle filmin izlenirliğini bozmuyor yalnızca genel puanını düşürüyor, zaten filmin en büyük artısı atmosferi, eğer antrakt da olmasa sanırım rahat nefes aldırmazdı bu 110 dakikalık korku tüneli. Uzun süresine rağmen film sürekli seyirciyi dürttüğünden, sıkılmak pek mümkün değil. Fiyasko beklerken kendini şık bir sürprizle toparlayan sonunu da övmeden geçmeyeyim.

Bir hayli hareketli geçecek beyaz perde günlerine az zaman kala, yazın bu gizli korku hitine bir şans verin. Kandan, şiddetten, gizemden ve doğaüstü elementlerin sinemadaki varlığından beslenen ve beklentilerin aksine mütevazi girdiği gişe yarışında kendisine makul bir yer bulan Mirrors, Ağustos ayını geride bırakırken denk geldiğimiz hoş bir sürpriz oldu, izleyecek arkadaşlarımıza şimdiden iyi seyirler.

7/10

24 Ağustos 2008 Pazar

Transporter 3





Taşıyıcı adıyla da ülkemizde vizyona girme fırsatı bulan filmin üçüncüsü Kasım ayı içerisinde Amerika'da göserime girecek. Tabii yine başrolde Jason Statham bulunuyor. Tek farkla; siz de trailer'dan göreceksiniz ki, bol bol kas yapmış abimiz; haliyle de bunları sık sık göstermek istemiş... Bol askiyonlu, bol araba takip sahnelerinin olduğu, bol insanın öldüğü Taşıyıcı 3, elbette yeni bir şey getirmiyor seriye, ee isteyen kim !





Detaylı Bilgi için: http://www.imdb.com/title/tt1129442/

Will Smith özel dosya; Independence Day


Roland Emmerich’i nasıl bilirsiniz? Bana bırakırsanız kendisi güzel fikirleri alıp olabilecek en pop şekilde izleyiciye sunan bir “Hollywood korsanı”dır. Efsanevi The Visitor serisinin prodüksiyon ekibinde olmasa ve Matrix öncülü sayılan klasiklerden 13.Kat – Thirteenth Floor’da parmağı bulunmasa bu kadar sever miydim kendisini bilmiyorum.

Emmerich abimiz, bilim kurgu tarihinin soğuk savaş dönemine damgasını vuran, bilinmeyenin hep Sovyet istilacılarla özdeşleştirildiği, yabancılaştırılmış ve düşmanlaştırılmış uzaylı istilacı konseptini bu filmde alıp öyle bir şekilde atıyor ki kafamıza, afallıyoruz. ABD Demokrat Parti iktidarının Monica Lewinsky skandalı ile karizması yerle bir olan lideri Clinton’un çakma bir kopyası olan ABD başkanı rolünde Bill Pullman, uzaylılarla birebir telepatik tartışmaya giriyor; Emmerich filmlerinin neredeyse tamamının “bakın ama ben de duyarlıyım” noktası olan çevreci karakter bu sefer mükemmel oyuncu Jeff Goldblum’da kendisini buluyor ve filmin “kahramanlar ası”nın üçüncü kanadını da özel dosyamızın konusunu oluşturan Will Smith’in canlandırdığı savaş pilotu Yüzbaşı Steven Hiller tamamlıyor. Kısacası elimizde berbat bir senaryo, mükemmel oyuncular ve mükemmel görsellerle süslenmiş bir bilim kurgu filmi var. Al başına belayı.

Tam da ABD’nin bağımsızlığını kutladığı 4 Temmuz’a bir hafta kala, çekirge sürüsünden bozma bir uzaylı istilacı koloni gemisi dünyadaki tüm iletişimi keserek atmosferimize giriyor. Devasa boyutlardaki gemileri ile dünyanın tüm önemli şehirlerindeki en mühim kültür ikonlarının üstüne “park” ediyorlar. Sonra hepsi aynı anda bu şehirleri havaya uçurarak istilayı başlatıyorlar. Dev uzaylı gemilerine saldırılamıyor çünkü bir kalkanla korunuyorlar. Goldblum bu kalkanı kıran bilim adamı, Pulman uzaylıların gerçek niyetini anlayan üstün bir devlet adamı, Will Smith ise filmdeki her tür politik numarayı göğüsleyip sizi filmi izlerken rahatlatan kobay faresi savaş pilotu. Striptizci bir kızla evlenmeden beraber yaşadığı için bir türlü NASA uzay programlarına katılamıyor, bu kız The Prezidint’ın eşine “size oy vermedim” diyerek ne kadar muhalif olduğunu gösteriyor; Smith’de gayet dozunda ayarlanmış esprileriyle filmin propagandasını hafifletiyor, mesela çölde düşürdüğü uzay gemisinden çıkardığı böceğe tekme tokat daldığı sahne mükemmel.. Fonda 4 Temmuz’da ABD Başkanı’nın Irak’lılardan Çin’lilere kadar herkese gönderdiği bir mesajla dünyanın kurtuluşunu nasıl gerçekleştireceklerini anlatırken, sevgili bilinçaltlarımıza şu işleniyor; 4 Temmuz artık tüm dünyanın bağımsızlık günüdür; Dünya, Amerika’dır. Büyük yazar Arthur C Clarke’in öngördüğü “insanlık birbiriyle uğraşmayı ancak dünya dışı bir tehdit geldiğinde bırakacak” tezi, film tarafından doğrulanıyor ama bu yapılırken, yapımcının kültürü baskın kültür olarak şekillendiriliyor..

Henüz 11 Eylül gerçekleşmeden çekilen bu filmi izleyin. İzleyin ki, Amerikan sinemasının sanatsal değerini tartışırken onun propaganda gücünü, değerlerini kabul ettirmedeki yöntemsel becerisini de masaya koyabilecek argümanlar olsun elinizde. Zira yıllardır dünyanın geri kalanındaki yaşam biçimlerini yerden yere vururken karşısında sessiz kalınan bu “makine”; belki de bizi bize yabancılaştırdığı için uzaylının ta kendisi.. Filmdeki “dünyalı” ve izlemesi zevkli iki iyi şey ise başta da söylediğim gibi Will Smith ve Jeff Goldblum.

21 Ağustos 2008 Perşembe

Speed Racer

“Speed Racer” Wachowski kardeşlerin “Matrix” filmlerinden bu yana birlikte yazarlık-yönetmenlik yaptıkları ilk film. Daha önce “Matrix” filmleri ve “V For Vendetta”da Wachowski kardeşlerle birlikte çalışan Joel Silver, Silver Pictures etiketi altında “Speed Racer”ın yapımcılığını üstleniyor

Uzun zamandır izlemek isteyipte bir türlü başaramadığım filmlerin son zamanlar gözdesidir kendileri. İlginçtir ki film hakkında iyi yada kötü pek fazla yorum duymadığımdan olsa gerek filme karşı oldukça nötr durumdaydım. Wachowski kardeşlerin şuana kadar yaptıkları işleri fazlasıyla beğenmiş biri olarak, pozitif beklentilerimi saymazsak ne çıkarsa kabulümdü aslında.

Film başladığında alışmam biraz zaman aldı çünkü renkler ve hız insanı sersemletecek kadar yoğun kullanılmış. Filmi izleyebilmek adına verdiğim ufak çaplı savaşın ertesinde kazanan ben oldum ve seyrim kimi zamanlar göz ovuşturmakla kalmadı, ufak geri sarmalar devreye girdi.

Kadroda oldukça eğlenceli oyuncular yer alıyor. Emile Hirsch, John Goodman, Susan Sarandon, Matthew Fox ve Christina Ricci kadronun gediklileri olarak görünüyorlar ve üzerlerine düşeni gayet de iyi bir şekilde yerine getirmişler. Ailecek izlenecek bir film gibi gözükmesine rağmen seyri epey zor bir film bu. Kullanılan efektlere alışmanın zaman aldığından bahsetmişken, harika olduklarına da değinmeden geçmemem lazım zira muhteşemler. Oldukça basit gözüken şeyler için acayip kocaman bir ekip, hayli yoğun ve yorucu geçen geceler/günler boyu süren çalışmalara imza atmışlar. Harika iş çıkarmışlar…

Filmde öyle kareler var ki bir an çizgi roman estetiğinde, diğer bir an çizgi film. Gözün görebileceği bütün renklerin o veya bu şekilde yer aldığı film için çok çalışıldığı her halinden belli. Zannediyorum yönetmenlerin tam da istediği şeylerden birisi bu renk cümbüşü.


İçeriği ve görselliği dolayısı ile herkese hitap eder gibi görünmesine karşın, öyle olmadığını tekrar vurgulamak isterim. Kesinlikle oldukça yorucu bir deneyim oldu benim için. Filmin akışında ufak problemler ve kurgu hataları olmasına rağmen bütünü kötülemeye yetecek bir şeyler yok. Süresinin fazla uzun olduğunu ve insanı bu denli yoran bir film için insana haddinden uzun geldiğini de belirteyim. En az bir yarım saat kısalabilirmiş

Yönetmenin ne yapmaya çalıştığına ikna olursanız filmin seyri çok daha zevkli hale gelecek, orası kesin…İyi seyirler.3.2.1...Go..

20 Ağustos 2008 Çarşamba

Grizzly Man

İnsanın doğadan çok ayrı bir yeri var. Doğadan gelsek de elimizde ne varsa doğadan kopmak için kullanmaktan çekinmediğimiz aşikâr. Ozon'u delmek, buzullara kafa tutmak, küresel pişmek, canlı türlerinin aritmektik horlanmasına halay çekerek sebebiyet vermek... Kısacası sırtımızı dönmekle kalmayıp, sırtını paramparça ettiğimiz bir dünya içinde dünyadır doğa.

Doğaya aşık kişiler, organizasyonlar, etkinlikler süredursun, bir de doğa delileri var. Bu doğa delileri ki hayatlarını davaları uğruna kaybetmeyi göze alan kişiler.

Size bahsedeceğim kişi, Timothy Treadwell. Sorunsuz sayılabilecek bir çocukluk, başarısız bir aktörlük kariyeri -yaşadığı en büyük hayal kırıklığını, bir dönemin ünlü tv dizisi Cheers'taki barmen rolünün seçmelerinde Woody Harrelson'a rolü kaptırması olarak anlatıyor-, alkolizm ve uyuşturucuyla harmanlanmış bir yaşam ve sonunda bir overdose ertesi yaşama tutunmak adına edindiği yeni hobisi; ayılar.

Evet, garip geliyor belki kulağa ancak overdose ertesi rehabilitasyon ve sonrasında bir arkadaşının tavsiyesi üzerine Alaska'da Katmai National Park'ta kamp kurarak ayıların kış uykusu öncesi yaz sezonundaki son aylarında onları izliyor Treadwell. Bu "hava değişimi" maksadıyla yapılan ziyaret, o yılı takip eden on üç yaz sezonu boyunca sürüyor. Treadwell ilk zamanlar çekinerek izlediği ayılara karşı tarifi zor ve biraz da saplantılı bir bağ oluşturuyor yıllar boyu ve bu "hobi" ziyaretlerini hayvan hakları aktivizmine dönüştürüyor. Birleşik Devletler'de pek çok eyalette okulları ziyaret edip doğal hayat ve ayıların güvenliğiyle alakalı gönüllü konferanslar veren, Grizzly People adlı aktivist cemiyeti kuran ve zamanla ünlenerek talk show'lara katılan, Katmai National Park'a turlar düzenleyen bir doğa aşığı olarak isim yapıyor Treadwell.



Ayılarla geçirdiği on üç sezonun son beş yılında Treadwell artık ziyaretlerini kamerasıyla kaydetmeye başlar, 2003 yılındaki ziyaretiyse Katmai National Park'a son gelişi olur.

Timothy Treadwell, kampı boyunca kendisine refakat eden kız arkadaşı Amie Huguenard ile kampının son gününde bir ayı saldırısında feci şekilde can verir. Bu saldırı, kayıtlara park tarihinde ayı saldırısı sonucu yaşanan ve ölümle sonuçlanan ilk vaka olarak geçer.

Timothy Treadwell ve kız arkadaşının parçalanan cesetlerinin bir bölümü park alanında, bir bölümüyse kendilerine saldırdıktan sonra kamp alanını terketmeyen ve park korucuları tarafından öldürülen ayıların otopsisi ertesi sindirilmiş olarak bulunur.

Grizzly Man, sizi bu trajedinin merkezine, Treadwell'in konuğu olarak taşıyor. O'nun yapayalnızken, doğaya ve hayvanlara ulaşma, onları anlama ve onlarla uzlaşma çabası gerçekten de sinir sistemini harap eden bir gerçeklik senfonisi gibi akıp gidiyor. Bu trajediye, "trajedi" özelliklerini katan insanı tanımak, pek çok soru işaretiyle sizi başbaşa bırakacak. Treadwell'in ilgisinin sevgisinden ötürü oluşuna şahit olmanın yaralamayacağı yürek yok benim nazarımda.

Timothy'e ister melek, ister deli desinler...

Bu trajik ölüm ertesi, Timothy Treadwell'in ayılarla geçirdiği son beş sezonun görüntülerinden oluşan ve toplamı yüz saati geçen kayıtlar, ünlü yönetmen Werner Herzog ve Discovery Channel'ın ortaklığıyla bir belgesel haline getirildi. Bu kayıtlara Treadwell'in kişisel aşivinden çıkan görüntüler, ölümü ertesi yakınları ve park görevlileriyle hakkında yapılan röportajlar eklenip kronolojik bir günce halinde kurgulanmış.


Gerçek bir trajedinin, bir insan hayatının, bir dava ve mücadelenin delilik ve sevgi duvarlarına çarpa çarpa gayesinin yitişine tanık olmak için Grizzly Man'i ıskalamayın.



imdb link: http://www.imdb.com/title/tt0427312/
8/10

13 Ağustos 2008 Çarşamba

Will Smith özel dosya:Enemy of the State


—Sayın milletvekili,

Milli güvenliği korumak ve devletin istihbarat toplama ihtiyacı ile insan hakları ve özellikle evimizin kutsallığı arasındaki çizgi nedir? Evimize girmeye ihtiyacınız yok…

1998 tarihli Tony Scott filmimiz bu cümleler ile sonlanırken, biten filmin ardından aynı soruyu sizin de düşünmeniz için imkan sağlıyor. Gerçekten de özel hayatın mahremiyeti ve sözde demokrasi adına alınmaya çalışılan önlemler ile ilgili olarak yakın dönemde gittikçe artan bir gerilim var ortada. Teknolojik gelişimin ivmesine paralel olarak artan bu gerilimin beyazperde de ele alınması kaçınılmazdı. İşte tam bu noktada all-yıldız sayılabilecek bir kadroyla çekilecek iyi bir film, tüm dikkatleri tartışmalar ile beraber gündeme çıkaracaktı.


All star derken abartmış olmayayım. Will Smith, Gene Hackman, Jon Voight, Tom Sizemore, Jack Black, Seth Green ve Gabriel Byrne bu kadronun asılları olarak filmde yer alıyor.

Hazır dosya konusu insan evladı, jenerasyonu içerisinde Hollywood malzemesi olarak altın yumurtlayan tavuk olarak görülmeye başlamışken bu tip bir politik aksiyon filmi içerisindeki popcorn neşesi olarak boşuna seçilmediğini de gösteriyor. Belki henüz mimiklerini ve oyunculuğunu son dönemdeki gibi vurgulama şansı olmasa da büyük ustaların yanında da çok sırıtmamış. Kariyerinin hızlı adımlarında hele ki de bi Tony Scott filmi yer alıyorsa, e bu gayet parlak bir şey sanırım.

Filmin alttan alttan, bakın bizim her şeyden haberimiz var iması hafif gıcık yaptırsa da alıştık sanırım son zamanlarda…

Filmin aksiyon sahneleri kalburüstü sayın seyirciler. Özellikle feribot sonrası amfetamin etkili takip sahneleri gayet de merakla ve heyecan ile takip ediliyor. Tünel sahnesi ve harika dış plan çekimleri film için iyi teknik ayrıntılardan sadece bazıları.

Beyazperde de oldukça şık duran bu filmin Will Smith için gerek tanınma gerekse ustalar arasında ezilmeden de oynayabileceğini göstermesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum.

6 Ağustos 2008 Çarşamba

A Moment to Remember: "Ben her şeyi senin için hatırlayacağım"

Kore filmlerini çok severim. Şatafattan uzak, daha hayattan filmler çekerler. Tabii Türkler de
genelde böyle film çeker ama biz biraz "duygu" konusunda odunuzdur ve hayal gücümüz "sevilen kıza tecavüz edilir ve sevgili katil olarak hapse girer"den ibarettir. Korelilerin kültüren yapısının burada çok önemli bir gücü vardır ama o başka bir konuya ait.


Gelelim A Moment To Remember yani Nae meorisokui jiwoogae'ya. 2004 yapımı filmin benim en sevdiğim ve her izleyişimde 2 gün zor uyuduğum filmdir.


Hani bazı hayatlar vardır, tek başına anlam ifade etmeyen anca "ikizini" bulduğunda kabuğundan çıkan ve mutluluk veren? İşte hikayemiz onlardan biri.


Yıllardan bilmem ne, kaç aylardan bilmen ne günüdür. Yani pek de önemli değildir uyanmak, işe gitmek. Amaç yaşamaksa bu ritüeller gereklidir zaten. Ama bu kadardır. Ta ki "O"nu görene kadar. Çok farklı iki hayat olduğundan yan yana gelebilirliği yok gibi gözükmektedir o yüzden kimse şansını denememektedir.



Ama gün gelir, hayat onlara "birlikte anılmalısınız" emrini verir. Çünkü ikisi de ancak yan yana
geldiğinde mutlu olabileceklerdir.Bunun için değişim kaçınılmazdır. Her iki taraf da bazı şeylerden vazgeçecek ama orta paydada yürüyecektir. Eğer sevmek, yan yana gelmek kumarsa, bu çift şanslarının dip noktasındadırlar.

Fedakarlıklar mutluluk getirmeye başlamıştır. Statü sahibi olmayan taraf, hep içinde olan ama
yapmasının bir amacı olmadığı yeteneğini gün yüzüne çıkaracaktır. Çünkü bir amaca hizmet edecektir bu yetenek; hem layık olduğunu hem de yuvasını bu sefer erkek kuşun yapacağını görecektir.
Geçmişi peşini bırakmamaktadır. Çocuk, görmek ve yaşamak istemediği şeyler görmüş, yaşamıştır ama bir türlü bunları "tecrübe"den saymamıştır. Utanmaktadır ve kin duymaktadır. Ama eşi onun bu yönünü de yontacaktır. Bazı şeylerin ona imkansız olmadığını hatırlatacaktır, nasıl ki ayrı iki dünyanın insanları yan yana gelebilmiş ve mutlu yaşabiliyorlarsa...

Tabii bu mutlu hayat hep böyle sürüp gitmeyecektir. Mantıklıdır; çünkü hiç bir şey her zaman mükemmel gitmez. Kız amansız bir hastalığın doruklarına yaklaşmıştır. Öyle bir hastalıktır ki, o güne kadar çocuğun ve kendisinin verdiği tüm emekler yok olacak hatta yarın sabaha yan yana uyandıklarında tanımayacaktır. Bu noktada bir erkeğin sınavı başlar işte.

Gerçekten sevmiyorsa uzaklaşacaktır çünkü
yan yana herkes acı çekecektir.

Ama gerçekten seviyorsa da savaşacaktır.
"bir an için bile olsa" bunun mücadelesi verilmelidir. Kaybedilecek neyi vardır ki? Onunla elde ettiği şeyler zaten yok olmuştur. Arkasında dünyanın en acıklı mektubunu bırakarak hem de ...
"Aşkım
Beni yanlış anlama.

Ben sadece ama sadece seni sevdim

Sadece seni düşünüyorum.

Yalnız seni hatırlıyorum.

Sana kalbimin derinliklerini göstermek ne kadar zor!

Hafızamın geriye kalanıyla bunu yapmam mümkün mü?

Kalbim hızla çarpıyor.

Ben sadece "seni" seveceğim.

Bunu unutmak istemiyorum ve unutmayacağım.

Bunu anlıyor musun?

Korkarım benim geri dönen hafızam sana her şeyi söylemeden önce...
...beni yine bırakacak. Söylemeliyim.
Seni seviyorum. Ve üzgünüm.
Seninle tanıştım çünkü unutkandım.
Senden ayrılıyorum çünkü unutkanım...
Seni unutabilirim,...
...ama hiç bir şey seni benim içimden söküp atamaz.

Seni bıraktığım için beni affet. Lütfen..."


Başlamak hataysa da bitirmek de hatadan sayılır mı? İleride unutacağını bile bile? Ama bir parçan olarak içinde yaşayacak? Ölene kadar... Bunun cevabını bulamıyorsunuz maalesef. Sadece görüyorsunuz.

Acı çekiyorsunuz, ağlıyorsunuz, savaşıyorsunuz... Ve çabalarınız size "bir an"lık da olsa geri dönüyor. Bunu neye değişebilirsiniz ki? Hele değiştirecek bir şeyiniz yokken? Evet, değişilmiyor da zaten...
--------------------------------------


Bazı (kore) filmleri vardır, tek amacı sizi ağlatmaktır, genelde de başarırlar. Bazıları da
gerçekliği ortaya koyarak bunu başarır. A Momento to Remember bunu başaranlardan. Şu sıralar "asla" izlememek zorunda olduğum bu filmin her saniyesi damağımdadır. Yalındır, pürüzsüzdür ama kesiği asla geçmez. Gerçekttir çünkü. Yaşamışsınızdır belki de yaşıyor, yaşayacaksınızdır... Filmdeki gibi, "bir süre sonra" unutsanız da "asla içinizden atamayacağınız" şeyleri dilinizin altına sokar ve sorar "Anılarınız yok olduğunda ruhunuz da yok olur mu?"
8.5/10


PS: Film kimlere önerilMEZ

*2 farklı dünyanın insanları baş başa bu filmi izlememeli.

*Sevgilinizden, eşinizden yeni ayrılmışsanız

*Zihin olarak yorgunsanız

*Unutkanlığınız nüksetmişse, izletmeyin!


Download için (alıntıdır) TIKLAYIN





5 Ağustos 2008 Salı

Dedikodu: BATMAN 3'e efsane isimler?


İngilitere'nin Daily Telegraph gazetesinin "güvenilir kaynaklarına" göre yeni Batman için, Warner Bros ünlü isimleri kapmaya çalışıyormuş.


Riddler için Johnny Depp
Penguin için Philip Seymour Hoffman
Catwoman için de Angelia Jolie... dedikodusu şu sıralar gündemde. Bence muhteşem olabilir, olmayabilir de (bkz. Read Madrid futbol takımı)... Zamanla göreceğiz.

2 Ağustos 2008 Cumartesi

The Mummy III: Tomb of the Dragon Emperor

Imhotep! Rahibim! Anck Su Namun'un gizli aşkı! Sana sesleniyorum! Senden sonra çok bozuldu buralar! Mumya serisinin ne görkemi, ne dehşeti, ne esprisi, ne yüksek temposu kalmış!! Adamım, seni çok özlüyorum...Sen mumyaydın (mum yaymak - to spread candles, hmm), ürkünçtün, dehşettin, Mısırdaydın, egzotiktin, esprilerin yerindeydi, sahnelerinin üzerine çok emek sarf edilmişti, fikirler iyiydi, dövüş sahnelerinde kareografilerin baştan savma değildi. Sen Rachel Weisz'dın, Brendan Fraiser ile sevimli bir O'Connell çiftiydin, o çift iyi rol yapardı, birbirlerine yakışırdı, diyalogların eğlenceliydi, "ulan bir yere tebessüm etsem" diye heyecanla bekletmezdin falan filan...


Of sıkıldım Nefertiti, nerdesin?! Harry Potter ejderhalarından versem yer misin? Piramidler yerine Çin seddi, Mısır gizemi yerine uzakdoğu civcivi, yerinde duran M.Ö aşk üçgeni ve ölümsüzlük hadisesi üstüne Dungeon Siege ayarında RPG yer misin peki? Ben yemedim, yiyemedim aşkım valla olmadı. Filmden önce hayvan gibi yemek yemiştik, belki de o yüzden.


Beklentilerim zaten düşük ötesiydi be hayatımın anlamı, neyseki İzmir Balçova Kipa Cinebonus gördüğüm en mükemmel sinema tuvaletlerine sahip. However, ona rağmen 4/10 diyor, "eğlenceli bir haftasonu seyirliği" ya da "tam bir popcorn ve yanında favori içecek tükettiricisi" diyememenin ezikliğiyle sonlandırıyorum. Zaten o popcornları da bitiremedik, o derece yani düşün artık...

imdb linki: http://www.imdb.com/title/tt0859163/


ondan daha keyifli bir link: http://www.addictinggames.com/index.html