30 Eylül 2008 Salı

Righteous Kill (Orjinal Cinayetler)

Başrollerde Al Pacino ve Robert De Niro varken bir film ne kadar kötü olabilir ki? Şu kadar:

İki isim de "adam oyunculuğun ta kendisi" statüsünde olduğu için herhangi bir insanın bu ikili hakkında yapmaya çalışacağı yorum "Hangisinin toplarında daha çok kadayıf kılı vardır acaba?" gibi zavallı bir soru ile sonuçlanırdı herhalde. O yüzden o kısmı geçelim. Film bize De Niro'yu ilk kez bu kadar vahşi bir anal sex sekansında görmemiz dışında ne vermiş, biz ona bakalım.

Film inanılmaz kötü başlıyor efendim, sonra J.Bruckheimer tadında bir polisiye/dram izleteceğine dair sinyal verip bunu da yapamayacağını anlayınca müthiş anti-karizmatik bir finale doğru twist'ini tahmin ettire ettire devam ediyor. De Niro eşofmanıyla jogging yaparak son diyalogların yaşanacağı (ki film boyunca polis olmanın verdiği güç, insan öldürme ve bunu "righteous" hale sokabilme etiği gibi konularda son derece iddialı laflar söylemeye çalıştıktan sonra, finalde teletubbilerin "batarken güneş tepelerin ardından..." şeklinde program bitirişine benzemiş maalesef) final sahnesine gelirken, Al Pacino da tüm şeytanın avukatı görkemine rağmen boktan yazılmış diyaloglarla bir J.C.Van Damme filmi boktanlığına kurban gidiyor.


Bunların üstüne bir de oyuncu kadrosu 50 Cent -e hatun rolünde de insan Aaliyah bekliyor -ölü değilmiş meğersem--, Donnie Wahlberg ve Brian Dennehy gibi isimler yüzünden ucuzluktan yağım yağım dovalladığı için (evet) yakın çekime kurban giden De Niro ve Al Pacino'nun, ustası oldukları vücut dili ve mimik kombinasyonlarını izleyememe boktanlığı da pek önemsenmiyor.


Beğenmedim efendim filmi. Ha altyazıları muhtemelen bir sayısal bölüm lise öğrencisi Türkçeye çevirmiş olduğundan ( telsizde geçen "officer down! I repeat, officer down!" gibi bir cümle "memur bey lütfen eğilin, tekrar ediyorum lütfen eğilin!" diye çevriliyorsa 'Copy that' doesn't mean "şunu kopyala" diye bir kitap yazıp yayınlama vakti gelmiştir) daha bir gıcık kapmış olabilirim, ondan emin değilim işte. A giant waste of time (yani diyor ki zamanın dev çöpü) 4/10


8 Eylül 2008 Pazartesi

Kara Kule serisi Lost ekibinin ellerinde....


Stephen king imzalı"Kara Kule" Lost'un yapımcıları Damon Lindelof,Carlton Cuse ve J.J Abrams tarafından filme uyarlanacak.

Gizemli kahraman son Silahşor Gilead’lı Roland,konu gizem olunca lost ekibine doğru yola çıkmış durumda.Gelişmeler henüz çok ufak olsa da gerek king ve meshur silahşörün fanları gerekse her bölümüyle baş döndüren lost dizinin fanları için sayaç şimdiden açılmış durumda.

Lindelof,King'in 1982-2004 yılları arasında yazdığı yedi kitabı da sinema filmi yapacaklarını ama öncelikle ve haliyle Lost dizisinin bitmesi gerektiğini açıkladı.

5 Eylül 2008 Cuma

Retroseksüel Aksiyonda Yeni Baştacımız: BITCH SLAP


Xena ve Hercules televizyon dizilerini yaratan ekibin ilk sinema filmi Bitch Slap ufukta göründü. Posterleri sağda solda nam salmaya başladı ve fragmanı merak zincirlerini dolayıverdi etrafımıza! Testosteron ve östrojenin kan ve kurşunla imtihanına tanık olmak için bol silikon göğüs ve düşsel proporsiyonlarda vücut manzaralı yerimizi almamıza az kaldı! Porno-action hayallerimizin gerçekleşmesine ramak kalacağı çok bariz! Soldaki afişe dikkat kesilmenin ardından alttaki link'e tıklayarak kan dolaşımınıza irtifa kaybettirmekten çekinmeyin!


3 Eylül 2008 Çarşamba

Mirrors(2008) vs. Into The Mirror(2003)

Aynaların yansıtmakla yükümlü olmaları dışındaki görevlerini anlamak için ne taraftan baktığınızı bilmek gerekir. İşte konu olan iki filmin, farklı iki vurgusu bu yönde…

2003 tarihli Kore yapımını her ne kadar kurgusu daha yerinde ve iyi bulsam da çekici ve etkili olan bu sefer remake versiyonu sanırım. Aynanın bize dönük yüzünden bir anlatımı tercih eden “Into the Mirror” da hikaye ve anlatımı çok daha gerçekçi olsa da,sırın arkasını gösteren “Mirrors” her anlamda geçmiş diğerini.

Farklı yönlere bir göz atarsak, yeni versiyonun Kore yapımı versiyondan epeyce bir farklılığı var. Final twisti ve kimi “sahnelerin” ortaklığından başka, sanki apayrı iki film. Bunu da ilk cümledeki tespite dayandırıyorum. Tekinsiz atmosfer yaratmanın Hollywoodvari vur kaç taktikleri yerine, kimi zaman fondan gelen ürkünç müzik kullanımı ile ya da kimi zaman garip bir mimikle sağlanması atmosfer açısından çok daha farklı kılmış kore versiyonunu.


“İnto the mirror” eski ortağını öldürmüş bir polisin kendiyle olan iç hesaplaşmasını çok daha iyi yansıtmış. Aynalara bile bakamayan, kendinden tiksinen ve kendiyle çözemediği bir hesabı olan adam ve hatta bunu yok saymak adına aynalara sadece buğulandırarak bakmayı becerebilen bir eski polis. “Mirrors’da” ise alkol problemi ile sorunlu bir polis ama inandırıcılıktan epey bir yoksun.

Kore versiyonunda aynalara ilişkin oldukça ilgi çekici bölümler ayrılmış. Da vincinin eserlerindeki ters imza kullanımından tutun da eski çağlardaki ayna obsesifi kişiliklerin yaşamları ve tuvallere alınışı gibi birçok ayrıntı yer alırken, bu şık detayları yeni filmde görememek remake için eksik kalan taraflar olmuş.

Biraz da teknik ayrıntılara bakarsak....


Harika geniş plan çekimleri-ki bu derece konusu itibari ile dar alanda geçmesi gereken bir hikaye için- ve harikulade efektleri ile mirrors kesinlikle çok ama çok iyi. Karakterlerin içlerinin yeterince doldurulamamış olunması ve özensiz oyuculuklar keyfi hafif bozsa da mirrors kesinlikle boynuz-kulak ilişkisini bir tık daha geçmiş. Kore versiyonu da oyunculuk anlamında yetersiz kalmış. Bir eksi de onlara.


Önce remake izlemiş olmanın subjektif dezavantajına rağmen Hollywood bu sefer işi kotarmış. Tabi bunda A.Aja gibi bir yönetmenin payı büyük. İnkâr etmek yersiz olur…

Yazdıklarımı şöyle bir okudum da kimi yermişim kimi övmüşüm belli değil. Zaten konu da bu değil… Zafer aynaların.

İyi seyirler

Die Welle-Tehlikeli Oyun?

Dennis Gansel imzalı 2008 yapımı film ilk olarak İstanbul film festivalinde izleyici karşısına çıktıktan kısa bir süre sonra vizyona da selamını çakmıştı. Vizyondayken türlü merakıma rağmen izleme fırsatı bulamamam nedeni ile kendisi evde izlenecekler sıralamasına ilk sıralardan yer bulmuştu.

Konusundan kısaca bahsetmek gerekirse:Film çok net ve kısa bir soruyla başlıyor.Almanya’nın konu ile ilgili gündeme gelen her soruda veya açıklamada hafiften kızardığı faşizmin günümüz modern(?) toplumunda da gündeme gelip gelmeyeceği. Soru karşısında ilk zamanlar karşı çıkan öğrencilere bunu yaşatarak tecrübe etmelerini sağlayacak bir öğretmenin sonralarında çok zor durumda kaldığı bir nevi deney ile ilgili film.Filme konu olan deneylerin bilimsel yönlerini öğrenmek isteyenler oldukça geniş bir arşiv ve dokümanla kendilerini haşır neşir edebilirler.

Çok kısa bir zaman içerisinde(filme getirdiğim en temel eleştiri burada aslında, öğrenciler çok çabuk koyunlaşıyor) öğretmenlerinin otokrasinin sınırlarını ifade ettiği birtakım argümanlara adapte olan öğrenciler, kontrolü bir anda kaybedip deneyin gerçekleşmesi için oldukça meşru bir zemin hazırlığına girişiyorlar. Faşizan bir otokrasi için neler gerekir sorularının kısmi cevapları için ne gerekiyorsa yapılmaya çalışılıyor. Ortak üniforma olgusunu andıran kıyafetler, ortak selamlama ve aidiyet duygusunun dibine vurmak için gerçekleştirilmesi gereken tüm şeyler sonucunda, filme adını veren “die welle” yani “dalga” örgütlenmesi yola koyulur. Onlar artık ortak bir sembolü, kıyafeti, adı ve temsili olan bir gruptur. Öğrenciler ve başlarında adeta ilahlaştırdıkları öğretmen ile beraber artık kontrol sınırlarını aşan bir hareketlenmeye giderler.

Bir simülasyon olarak ortaya çıkarılan bu dalganın vurduğu kıyıları ne hale getireceğini kestirmekse artık daha güç olacaktır.

Filmin sonunu buradan ifşa edecek değilim elbette ki ama kitabını okuyanlar için çok daha etkisiz bir son bekliyor kendilerini. Uyarayım… Zira kurgu anlamındaki eksiklikleri sonda toparlayacaklar düşüncesi tatsız ve klişe bir sonla nihayetleniyor. Kitaptaki sonu filme uyarlasalarmış kesinlikle çok daha etkili bir final olurmuş.

Öğretmenin film boyunca kafadaki sorgulanışı güzel ama inandırıcılıktan yoksun birçok doneyi de bünyesinde toplaması boğazınızda gıcık oluşturmaya katkıda bulunabilir. Şimdi mi aklına geldi, ya da nerede dur diyecektin veya diyecek miydin gibi bir sürü soru işareti gıcığınızı şiddetlendirecek film bitince çünkü filmin sonunda dahi bu muallaktan kurtulamıyorsunuz.

Sonuç itibarı ile Almanya’nın atlattık gözüyle baktığı bir konuyu tekrar ele alması bakımında ilgi çekici olsa da, beyazperde de kitaptaki etkinin yarısını bile yapmadığı oldukça net.Yine de ilgisini çekenler göz atsın bence bir…

Not: Filmin öyle bol twistli bir yapısı olmamasına rağmen, ürkekçe kaleme alınmıştır. İzleyin tartışalım…

1 Eylül 2008 Pazartesi

Kung Fu Panda

Öncelikle şunu itiraf etmeliyim, bu filmden önce izlediğim son animasyon Finding Nemo II idi. Düşünün yani, o derece uzağım animasyonlara, yalan falan söylemeye çalışıyorum resmen. Surf's Up olsun, Cars olsun, Shark Tale olsun, Ratatoillie olsun (böyle yazılmadığına eminim), Bee Movie olsun, fragmanlarını izleyip izleyip çok beğendiğim, ama asla oturup baştan sona izleme şansı/ortamı bulamadığım animasyonlardır. Shrek, Toy Story, Finding Nemo ve Ice Age. Tüm animasyon dünyam bundan ibaret maalesef. Dün akşam, uzun bir süre sonra bir animasyonun başına oturtuldum ve sonuç; ikinci dakikada gülme krizi ve bunu takip eden son derece keyifli bir seyirlik.



Kung Fu Panda inanılmaz şık başlıyor. O kadar eğlenceli bir ilk iki dakika söz konusu ki, attığım kahkahaların etkisiyle suratımın aldığı sırıtma ifadesi, filmin sonunda hala varlığını koruyordu. Film bir süre sonra espri dozajını düşürüp standart bir sevimliliğe bürünmüyor değil fakat sorun teşkil eden bir durum değil bu. Mükemmel uzak doğu müzikleri, duygusal ve hatta gayet görmekli sahneler film boyunca beni benden aldı. Nasıl ki beşinci günün şafağında tepeden Helm's Deep'e akan Rohirrim tüylerimi diken diken ediyorsa, Master Shifu'nun "Yesterday is history, tomorrow is mystery and today is a gift, that's why it's called 'present'" öğretisinden sonra "my time has come" tribine girip ruhunu gökyüzüne salması da eşit oranda kulak memelerime kadar ürperti verdi bünyeme.
Yüksek tempo, şahane uzak doğu mekanları ve yaratıcı dövüş sahneleri, sevimli ötesi Po ve ponpon kuyruğu, aşmış seslendirme kadrosu (imdb'ye bi göz atınız efem) ve tabiki bir takım animasyon klişeleri (ağır çekim sahneler, bir çok filmden tanıdık yüz ifadeleri ve göz hareketleri vs) sayesinde ortaya mükemmel bir animasyon filmi çıkmış efendim. onbinmilyonbaloncuk/10