28 Ekim 2008 Salı

Saw V - The Legend Suffers

İlk iki filmin tortusu bile serinin yirmisekizinci filmini bana sorgusuz sualsiz izlettireceği için sanılmasın ki bu filmi objektif bir şekilde eleştirmeyeceğim. Eleştireceğim efendim, ya da konuşma diliyle söylemek gerekirse; eleştircem.

Testere açılışlarından farklı olarak bu sefer film bir jigsaw tuzağıyla başlamıyor. Aslında öyle ama sahnenin sonunda bir şeylerin adil olmadığını anlıyoruz. Sebebi de filmin ilerleyen dakikalarında ortaya çıkıyor zaten, neyse. Yeterince vahşi miydi ve izlerken ellerimi sıvazlattı mı bana, evet. Kan, et, savrulan keskin alet edevat, karanlık, abartının da ötesine geçmiş ses efektleri ve görüntü oyunları ve tabii ki "Oy wonno ploy o gome" repliği. Film yine iki taraflı ilerliyor, bir taraftan hikaye yoğun flashback'lerle çözülürken, diğer taraftan yeni kurbanlarımızı serinin önceki filmlerine nazaran pek bi sönük kalmış tuz,aklardan sağ çıkmaya çalışmalarını izliyoruz. İzlerken bir anda kafanızda şimşekler çakıyor tabi; "Ulan ne alaka, bu tuzakların ve karakterlerin filme hiç bir katkısı olmamış!" diyorusunuz. Hikaye çözümleme kısmında ise boğazı delik polis amcamızın her şeyi anlamlandırdıktan sonra basit bir tiyatro oyunundaymış gibi "hmmmm, demek bu yüzden böyle yapmıştın, vay adii!"demesi büyük bir rahatsızlık sebebiydi efem, bunun beş altı kez yapıldığını düşünün; it sucks to the bone efem.

Film zayıf gayet. AmA birinci filmden beri main theme'e sadık kalınması çok büyük bir artı puan. Filmde iki üç yerde dipten dipten kendini hissettiren müzik, filmin gayet de fena olmayan finalinde tüm gücüyle ortaya çıkınca muhteşem bir filmden çıkmış gibi duygular yoğuşmadı mı, yoğuştu. Duygusal bir insanım efem, o yüzden serinin ilk filmlerinin hatrına 5/10

http://www.imdb.com/title/tt1132626/

Herkesin içindeki WALL-E

Pixar'dan artık korkmaya başladım. Resmen korkuyorum yeni bir filmi çıkmadan önce. Adamlar artık inanılmaz büyüdükleri için korkunç derecede kaliteli animasyon filmleri çıkarabiliyorlar. Yani nasıl bir render teknolojilerine sahiplerse bir onlarda olduğundan eminim (Gerçi Final Fantasy'nin Hyper-real teknolojili filmi kadar olamadı hiç biri ama o da çok duygusuzdu).





Wall-E'yi sinemamıza getirirken de adını değiştirmeyi ihmal etmemişiz: Vol.i olmuş. Lan dana baş çevirmen, filmde W.A.L.L.-E'nin açılımı bir sahnede gözüküyor. Niye anlamını bozuyon? Neyse... Filmin görsel olarak yıkılıyor oluşu değil de son derece duygusal oluşunu beni benden aldı. Yani bir robota insanıvari gözler verecek, tepkiler yükleyecek, sevme sevilme dürtüsünü aşılayacak ve fedakarlığı öğreteceksin ve buna da robot diyeceksin. Hem de tasarım olarak son derece şirin olacak? Öyle robota can kurban yani... Daha önce bu tip filmler oldu ama genelde üstünkörü sci-fic şeklinde oldu ve ya şirin olamadılar ya da duyguları olmadı (BladeRunner'ı saymayalım). Wall-E (ki ben kendime devşirdim VOLY diyorum euheuh) bu yüzden çok farklı ve bu yüzden çok beğenildi.



1 buçuk saat kadar kısa bir süreye o kadar çok şey sığdırmış ki film, izliyorsunuz ve etkisi daha sonra içinizde kendisini göstermeye başlıyor.WinRAR içinizde Extract ediyor sanki filmi, büyüdükçe büyüyor. Humanist yanı harika. Her sahnede size bir gönderme ve bir mesaj bulunuyor. Kesinlikle çocuk çoluk filmi değil. Basit sahneler ama unuttuğumuz hisler. Wall-E'de herkes kendinden birşey bulabilir. Şahsen beni çok etkiledi hatta göz sulandırdı. Eve'sı yani peşinden koştuğu diğer beyaz robotla olan (filmin başında olmayan) ilişkileri şahaser resmen. Pixar'dan başka kimse bu sahnelere imza atamazdı zaten (kafiye de yaparım:P). Monster Inc'ten sonra en iyi Pixar filmi bu (şu anda birinci gözümde ama ani gazdan dolay böyle düşünmek istemiyorum :))



Film hakkında başka ne söylesem spoiler olacağı için kısa kesiyorum. Kafanız sıkıntıda olsun veya olmasın, izleyin lan bu filmi! Zorla! 8.5/10
IMDB: http://www.imdb.com/title/tt0910970/

23 Ekim 2008 Perşembe

Greatest Idea / Oha Süper Fikir

"'Bundan sonra sinemalar.com'dan link versek ya film hakkında yazı yazcağımıza' diyor son dönemlerin en dev (the devest of all) yönetmeni Scorcese. Merakla bekliyoruz resmen. "

kırmızı başlıklı kız film bültişinden alıntıdır. yazmaya üşendim

1/10

21 Ekim 2008 Salı

Death Race

Azılı suçlularla tıkabasa dolu bir hapishanenin yöneticileri, cezaevindeki mahkumları birbirleriyle dövüşmeye zorlayarak, bol miktarda para kazanabilecekleri, tüyler ürpertici bir çeşit gladyatör oyunu düzenlemeye karar verirler. Adrenalin yüklü, şiddet arzusuyla yanıp tutuşan mahkumlarsa bir arenaya çıkıp birbirleriyle ölesiye mücadele etmeye dünden hazırdırlar.

Üç şampiyonluk kazanmış otomobil yarışçısı Jensen Ames (Jason Statham), vahşi koşulların hüküm sürdüğü bu dünyada hayatta kalmayı başarma konusunda bir uzman olup çıkmıştır. Eski bir dolandırıcı olan Ames, tam hayatını düzene koyduğunu düşündüğü bir anda işlemediği bir cinayet yüzünden hapse atılmıştır.

Öldürülmesi imkansız olarak kabul edilen mistik sürücü Frankenstein maskesini giymek zorunda bırakılan Ames’ın önüne, Cezaevi’nin despot yöneticisi (Joan Allen) tarafından iki seçenek konulur: Gladyatör oyununa katılırsa özgürlüğüne kavuşabilecek, katılmazsa hücreye kapatılıp orada çürümeye terk edilecektir.

Yüzü metalik bir maskeyle kapatılan Ames üç gün boyunca devam edecek son derece zorlu bir ölüm yarışında hayatta kalmaya çalışır. Bu sürede özgürlüğüne kavuşabilmek için dünyanın en acımasız mahkumlarına karşı ölümüne mücadele etmek zorundadır. Makineli tüfekler, alev makineleri ve el bombası mancınıklarıyla donatılmış bir otomobil kullanan bu çaresiz adam, dünyanın en vahşi sporunu kazanabilmek için önüne çıkan her engeli ve her kişiyi yok etmek zorundadır. (Sinemalar.com)

Direk kopya yaptim usengecligin gozu korolsun:P Gecen hafta izledim gayet hos izlenesi bi film Jason Statham dan hoslaniyosaniz mutlaka izleyin derim:)
bazi sahnelerde "uuh anasini" dedirtiyo :))
izleyin iste guzel bisi yapmislar;)


14 Ekim 2008 Salı

FROZEN RIVER / DONMUŞ IRMAK

Filmin adından başka birşey bilmeyerek salondan içeri girdiğimde salonun kalabalık oluşu, "lan volky galiba iyi bir seçim yaptın" dedirtti bana içimden. Genelde gözüm kapalı bir film çeksem 2 filmden, genelde kötü olanını seçerim, %50 şansım olduğu şeylerde genelde kısa çubuğu çekerim. Ama bu sefer pek öyle olmadı. Gibi...
Ben filmi bariz bir gerilim içerikli sanıyordum ama daha ilk kareden "Olm volkan, kalk git, şimdi bu film seni kahreder filan hiç gereği yok" dedim ama pintiliğim tuttu, bilet parasına yazık olmasın diye izledim.
Başrolü sırtına alan Roy (Melissa Leo) kocasından okkalı darbe yemiş, iki çocuk sahibi bir anne. Yarım zamanlı bir işte çalışarak, karavan bir evde yaşam sürdürtmek için elinden geleni yapıyor. Tabii bunun asla yeterli olmadığın farkında ama aynaya her baktığında hayatın yüzüen bıraktığı çizgiler karşısında da göz yaşlarını tutamıyor. Her anne gibi çocuklarının mutluluğunu düşünüyor ve en güzeli, hayalleri var. Bu hayallere de (aslında hayal) ulaşması için bir miktar para gerekiyor. Çaresizlik içindeyken karşısına çıkan Kızılderili bayan ona kaçakçılığın lezzetli tarafını gösteriyor. Ve olaylar gelişiyor...


Film tahmin ettiğim gibi bir noktadan sonra drama dönüşüyor ve benim yürek tellerimle oynamaya başlıyor. Dokunaklı sahnelerde içimin burkulduğunu hatta biraz höykürdüğümü söyleyebilirim. Ne tuğaftır ki dört bi yanımda gayet hoş hatunlar vardı hiç biri "duygulandım" belirtisi yaşımıyordu. Ya onlar odundu ya benim hassas günümdü dedim herhalde...
Film irili ufaklı bir çok öğe besliyor içinde. Amerikan kanunlarına, güvenliğine, metropollerin arkasındaki yaşama, ırkçılığa, insan pazarına, insanların geçinmek için "neler" yapabileceğine ve en büyüğüyle bir annenin hayalleri uğruna nelerden vazgeçebileceğine değiniyor. Tabii ki bunların çoğu masum şeyler değil ama zaten de filmin asıl sunmak istediği nokta bu. Masum değiliz asla... Kimse.


Frozen River, Donmuş Irmak, Courtney Hunt'ın yazıp yönettiği ilk film olma özelliği taşıyor. Büyük olmasa da hatrı sayılacak ödüller de aldı (biri Sundance'ten). İlk tecrübesinde böylesine bir film çekebilen bir şahısı önümüzdeki yıllarda takibe alacağımı buradan kendisine duyururum. Ayrıca kendisine de, Roy'un uyurken başına gelen ufak çocuğuna anlattığı "hurda bir evin dönüşümü" yalanı için de koca bir demet alkış sunuyorum. Neydi lan o öyle, öldüm bittim :( 7.1/10

13 Ekim 2008 Pazartesi

The Silence of Lorna / Silence de Lorna, Le

Fransız sinemasına ölüyorum, bitiyorum diyemeyeceğim. Her daim bana biraz puslu, sancılı ve sıkıcı gelmiştir stilleri. Ha tabii aralarda klasikleri izlemedik mi izledik, yedik yuttuk. Ben de dedim Filmekimi kapsamında şu Lorna'ya bir şans vereyim.


Dardenne kardeşlerin bu güne kadar çok fazla filmini izlemedim, L' enfant, Rosetta, The Son, o kadar.The Silence of Lorna da Dardenne kardeşlerin, Cannes'dan en iyi senaryo ödüllü son filmi.
Açıkçası "ben olsam" bu filme o ödülü vermezdim çünkü -her ne kadar Dardennelerin tarzı bu olsa da-, his uyandırmayan gedikli senaryo bana hep ya kırpılmış senaryo ya da üşengeç senaryo gelir. Filmde inatla karakterlerin arka yapısı korunuyor. Lorna Belçika vatandaşı olmak için bir keşi kullanarak evlenen, vatandaş olduktan sonra da Rus'un biriyle başka bir evlilik sağlamak zorunda olan, ama kendi içinde de minik hayallerin peşinde koşan, salak mı salak bir kadın. Gerçekçi değil mi? Allah'ına kadar gerçekçi. Dünya böyle kadınlarla dolu ama Lorna'nın farkını, filmin son bölümlerinde daha rahat görüyoruz. Ama Lorna "necidir"in cevabı yok. Sıradan bir kandının hayatından bir kaç haftayı kesin alıyor sadece... Geri planda ise birçok erkek, ilişki yer almakta. Bir mafya kokusu alıyorsunuz ama izleyiciye tam olarak açıklanmıyor. Cinayet planları, karşılığında sağlam paralar, tuzaklar, çıkar ilişkileri, "bilinmemezlikten doğan gerilim"ler derken izlemesi gayet sıkıcı bir filmle karşılaştım. Salona şöyle bir göz gezdirdiğimde ise birçok horultu duydum zaten (göz gezdirince duyarım da ben). Bizim entel izleyicimize bile sıkıcı geliyor film, düşünün. Tabii ki "bu film kötü" demek değil. Olması gerektiği gibi. "Daha iyi olurdu" dediğiniz fazla alan yok. Karşımızda ilginç bir hikaye var sonuçta. Ne en iyisi ne en kötüsü ama bana daha çok yağmurlu bir akşamda dışarı çıkmak yerinde elde kahve, dvd player başında izlenesi bir film gibi geldi.


Oyunculuktan söz etmek istemiyorum. Filmin çoğu zaten Arta Dobroshi'nin kalın bacaklarıyla geçiyor (ki Arnavutlar genelde böyle olmazdı?). Gayet çirkin bir bayan bu, hiç alınmasın :) Performansı da süründüren cinsten değil. (ben daha iyi oynardım demem tabi hahaha).


Neyse, sıkıldım filmi hatırlarken bile... Sadece ilgi alanı olan izleyicilere öneririm Lorna'nın Sessizliği'ni. 6.7/10

9 Ekim 2008 Perşembe

Del Toro, THE HOBBIT hakkında konuştu

Bilindiği gibi 2011 yılında The Hobbit'in filmine kavuşacağız ve Yüzük Kardeşliği'nin öncesine gideceğiz. İşin ilginç yanıysa tek kitaplık bu filmi Del Toro iki film şeklinde beyaz perdeye sunacak.

Sorulan sorular karşısında kendisi, olayı 1. film, 2. film olarak konuşmayı bıraktık, 'bir film' olarak konuşmaya başladık diyor. LOTR'dan Peter Jackson'ın senaryo ekibinde de yer alan Fran Walsh ve Philippa Boyens'le 'filmin' senaryosuna kafa patlattıklarını açıkladı. İşlerini çok iyi yapmak istediklerini ve hayranların bir oturuşta 5 filmi de izleyip 'Bugün güzel birgün' demesini istediğini de ekledi (gitti bir gün, ohh). "Peki kitaptaki olay akışına uyacak mısınız, ilk film nerede bitecek" vb sorulara da Toro 'Sanırım Smaug ilk filmde ölecek, geri kalanı siz düşünün artık' demiş.

Hayvan herifsin Del Toro!


Red Cliff (Chi Bi)

Sevgili blog,Allah binbir türlü belamı vermesin seni son zamanlarda boşladığım için, evet, vermesin
belamı. Tabii yazmıyorum diyeseni unuttuğumu sanma. Seni unutan aha böyle olsun. Daha sık görüşeceğimizden emin ol ...
diyerekten bir giriş ile kendimi affettirdim sanırım. O halde konuya dönelim.

Yaklaşık 1 yıldır filan beklediğim bir film Red Cliff (Chi Bi).Bunun da ilk nedeni tabii ki John Woo. İlk başta Asya, daha sonra dünya üzerindeki tüm
sinema dünyasına adını altın harflerle yazdıran filmlerin dışında aksiyon filmlerin
standartlarını belirleyen, Çin, Hong-Kong sinemasından Hollywood'a "kapağı atan" ender
yazar, yönetmen, yapımcılardandır. 60'ların sonundan bu yana sürekli üreten bu şirin insan
son zamanlarda kendini animelere ve video oyunlarına verse de yavaş yavaş "geri dönüyorum"
izlenimi de vermekten kaçınmamaktadır. 2011'e kadar şimdilik gözüken 4 yapıma daha imza
atacağını belirteyim.
Filmi beklememin bir diğer nedeni de filmin Romance of the Three Kingdom'dan uyarlama
olması. Bildiğiniz (veya bilmediğiniz gibi) bu eser, eser olmaktan çıkmış, kutsal bir emanet
sınıfına girmiştir. 14.yy'da Luo Guanzhong tarafından yazılmıştır. "Tanrı bir Çinlidir ve
bu esere yardım etmiştir" diye düşünmemi sağlayan bu eseri özetleyen bir kelime bilmiyorum açıkçası.
Girin bakın: http://en.wikipedia.org/wiki/Romance_of_the_Three_Kingdoms
Buradan da indirebilirsiniz.: http://dw3k.com/newrotkebook/




Milattan sonra 208 yılında Çin'de geçen Red Cliff savaşının öncesini ve sonrasını konu
almakta film. Tabii bu ilk filmimiz sadece savaşa kadarki olan kısımdan bahsediyor. Yani yarım
film, o yüzden de film bittiğinizde epey bir küfür etmeniz olası ama merak etmeyin, Ocak
ayında Asya ülkelerinde ikinci film vizyona girecek, buralara da gelmesi uzun sürmez. Neyse
efendim, konu bizim Kurtuluş Savaşı'nı azıcık andırır cinsten. Cao Cao Çin'de yavaş yavaş
iktidarı ele geçirdikten sonra yayılmaya başlamış ve 1 milyon askeriyle önüne gelene bir
tekmeee
atmaya devam etmektedir (ki bazı araştırmalar bu rakamın feci şekilde uydurma
olduğunu göstermektedir. En fazla yarım milyon şeklinde bir ordusu 'belki' vardır) ve bu
sefer karşılarında Zhuge Liang ve Zhou Yu vardır. Komik rakamlardaki ordusuyla bu
muhabereden sağ çıkmaya çalışacaklardır. Zekalarıysa en büyük silahları olacaktır...




Harika bir yönetmen, harika bir konu olur da harika oyuncular olmaz mı, olur! Tony Leung
Chiu Wai
, Zhou Yu'yu, Takeshi Kaneshiro da Zhuge Liang'ı, Chen Chang da Sun Quan rolünü
üstlenmiş. Aslında arka planda kalan ama Çin sinemasında gayet ünlü olan oyuncular da
bulunmakta ama üşendim şimdi onların -şan-şun-kem-küm'lü adlarını yazmaya...
Film tam John Woo havasında başlıyor, yani izleyiciye "merhaba, hoş geldin, gel bir otur,
bak filmimiz bu, şu, bu da bu, at ağzına biraz patlamış mısır" diyerek değil de "getir
kolunu, aha damar, bu da adrenalin, ohhh, geçmiş olsun" şeklinde başlıyor. Bir süre ağzınız
aşağıda, gözleriniz 12 cm genişliğinde pörtlek pörtlek filme bakıyorsunuz. Ben hata ettim,
karakterlerin adlarını da aklımda tutmaya çalıştım ama başarılı olamadım, her yerden birbirine
birine benzeyen insanları akılda tutmak gerçekten zormuş. Bir de kitap okur gibi alt yazı takip
etmek durumundasınız ama filmin İngilizce'ye çevrilmemesi çok iyi. Bayılırım dublajsız Çin,
Kore, Japon filmlerine.

Hayvan vari bir prodüksiyonla karşı karşıya kalıyorsunuz filmin başından sonuna kadar. Yani
Çin sineması böyle giderse birçok sektörde olduğu gibi sinemada da yumruğunu masaya
vuracaktır çok kısa bir süre sonra. Bunda da en büyük avantajı "epik" kavramı bu adamların
genlerinde olduğudur. Adamların inanılmaz şa şalı, şatafatlı, derslerle dolu, zorlu ve
ihtiraslı tarihi var. Bunları bi 50 yıl daha kullansalar anca çeyreğini tüketebilirler.
Zaten biz Türklerin en büyük angutluğu da budur sinemada. Bizim de harika filmlere konu
olacak, içine bir çok öğenin sokulabileceği tarihimiz var ama maalesef onları sinemaya
dökebilecek bir babayiğit, ona da destek olacak finansör, o yapıtı izleyip kar getirecek
izleyici yok. O yüzden "yakın çekim buğday tanelerini, sepia tonunda tepe üstünde
kulübeleri, hababam sınıfı 31buçuk'ları, 15IQ'ya hitap eden devşirme filmleri, amacı sadece
güldürmek olan filmleri (ki küfür etmek ne zaman komedi olduysa), senaryosu 1 ayda yazılan
'gerçek bir hikayeden alınmıştır' filmlerine" devam kısacası, aferin mk. Neyse kızdım
yine:)... Filmi ikiye bölmek zorunda kalırsak savaş sahneleri ve sakin sahneler olarak bir
ayrım yapabiliriz. Tabii ki filmi şahlandıran sahneler, savaş sahneleri. John Woo, Çin'i
yeniden keşfetmemiş; savaş sahnelerinde yeni atraksiyonlar kullanmamış. Yine tadında yavaş
çekim sahneleri kullanmış ama işin içine epiklik kadar "liriklik" katmış. Hani "şiir gibi
öldürüyor" diyebiliriz. Kılıç, mızrak ve ok sahneleri son derece gerçekçi hatta belki de
gerçek! Dövüş kareografilerinin ne kadar güzel olabileceğini zaten hayal edebiliyorsunuzdur. Kan kullanmaktan kesinlikle çekinmemiş baba. Tabii fanteziden de kaçınmamış. Bir
koyuşta 10 askerin yere düşerek ölmesi, mızrakları eliyle kırmak, kılıç bükmek kesmek gibi
bir çok öğe filmde yerini almış. Ayrıca o "Çok kalabalık olm bunlar mk, tarağı yuttuk"
atmosferi mü-kem-mellica olarak yansıtılmış. Basit CGI oyunlarıyla da değil hem de. Filmin
sonlarına doğru bir tuzak arena savaşı var ki, dillere destan olur diyebilirim.


Sakin sahnelerde ise karakterler şov yapıyor adeta. Oyunculuk süper. Kendinizi bir an çekik
gözlü sanıp orada fikir alış-verişi yapan biri olarak hissetmeniz an meselesi. Zaten az
buçuk strateji kurmayı seviyorsanız filme ayrıca tapmanız olası. Çok sıkı stratejiler,
oyunlar dönüyor filmde. Cao Cao da aynı şekilde gayet kötü ama gayet zeki biri olarak ekrana
yansıtılmış, "kötüler hep kaybedendir" yanılgısı filmin bu ilk bölümünde allahtan yok.

Sonuç itibariyle Red Cliff, takip etmesi biraz zor ama izlemesi son derece keyifli bir
yapım. Kostümleriyle olsun, müzikleriyle olsun, kareografileriyle olsun, harika Çin semalarıyla olsun, içinizin açılacağı garanti...Warlords, Assembly'den sonra bana ilaç gibi geldi diyebilirim. Klişelerden uzak, dramatik yönü biraz daha köreltilmiş, son derece epik ve liriksel gidiş hattıyla Asya sineması severlerini mest edeceği bir gerçek. Merak edenlereyse filmi öneririm, harcadığınız zamana 'harcandı' olarak bakmayacaksınız. 7.8/10

Detaylı bilgi: http://www.imdb.com/title/tt0425637/