26 Kasım 2008 Çarşamba

Çağak Irmak'tan Issız Adam

Sana son bir şey söyleyeceğim, sonra da gideceğim...


“Amacı izleyiciyi ağlatmak” olan filmlerden genelde kaçınmışımdır. Çünkü bu tür filmler güldürü gibi değildir. Komedi doğal olmasa da güldürür ve rahatsız etmez, kandırılmış gibi hissetmezsiniz kendizi ama ağlatmak için yapılan filmler öyle değildir, duygularınızla oynanmış gibi hissedersiniz, yani ben öyle hissederim, o yüzden bir kaç Yeşilçam klasiği hariç acıklı Türk filmlerinden hazzetmem. Babam ve Oğlum da bunlardan biridir açıkçası. İzlemedim ve izlemeyi de düşünmüyorum (diyeceksiniz ki nereden biliyorsun izlemeden öyle olduğunu. İzleyenlerin yorumları ve izlenimlerim öyle diyor:)). Issız Adam’ı da açıkçası filmi izlemeden önce bu sınıfa koymak üzereydim ama konusundan sanki öyle olmadığı izlenimi edindim. Çünkü ortada sıradan bir ilişkinin sıradan bir hikayesi vardı ve ne kadar acınası olabilirdi? Karakterler ölebilirdi, ayrılabilirlerdi veya sakat kalabilirlerdi, fakir olabilirlerdi, yanabilirlerdi vs. Bunlar bana acıklı gelmiyordu zaten, o yüzden bu film izlenmeliydi...
İzledim de... Ve evet ağladım. Monolog başlayınca bam telime dokunmayı başardı Çağan. Sürekli beni yakalayacak bir yer aradı diyaloglar ve yakaladı. Sonrası da zaten geçmek bilmeyen bir geceydi...


Filmimiz Beyoğlu’nda geçiyor. Neden Beyoğlu olduğunu filme ısındıktan sonra anlıyorsunuz. Çünkü Beyoğlu artık modernlikle çürümüşlüğün arasında kalan, bohem bir yerdir. Burada hayat bir başkadır. Aşk, sevgiyse çok daha başkadır. El ele aşkları yoktur. İlişkiler maçlara benzetilir, sürekli bir gol atabilme yarışı vardır. 90 dakika bitince de herkes tesislere çekilir. Beyoğlu biraz da küf kokar. Betonermeyle sıvalı tuğla arasında kalmıştır; insanlar ayak uydurmakta zorlanır. O yüzden anneye “Zor be anne, çok zor, çok zor” itirafları gerçektir.




Alper, işinde gayet başarılı, hali vakti yerinde, tip olarak da idare eden bir karakter Issız Adam’da. Tabii işi bitince gerçek hayatta olduğu gibi Alper’in de çok değişik yönlerine tanık oluyoruz. Her gün biriyle beraber olma çabasında, olamadığında da artık kanka olduğu hayat kadınlarıyla beraber olan, kendini olmak zorunda hisseden (çünkü oyunun kuralının bu olduğunu sanan) ve bu özgürlüğe deli gibi alışan, pişman da gözükmeyen, biraz psikopat, biraz ruhu hasta birisidir. Evet, şimdi İstiklal caddesine çıkıp 100 kişiye sorun, 85’i Alper gibi olmak ister, en azından o karakterin özenilebilen bir karakter oldunu bilirler. Çünkü bu “piçlik" marifettir artık bu modern(!) şehirde. Herkes dünyaya 2.kez gelmeyeceğinin(!) farkına varmıştır. Herşey caizdir.
Ada ise, izleyiciye detayları aktarılmasa da aşk dünyasında pek de şansı yaver gitmemiş, sevimli mi sevimli, ama açık sözlü, klişe tespit timinin lideri gibi yürüyebilen, ağzı laf yapabilen ve aynı Alper gibi iç dünyasında fantezilere sahip olan, naif, aşk böcüğü gibi bir karakterdir. Filmin yemidir Ada aslında. Ada da retro takılmayı sever. İnsanların kendisinde “ne olmak istiyorsan şimdi osun” culuk oynamayı ister, zaten o işi de yapmaktadır. Çocuklar kendisine gelip özel günlerinde ne olmak istiyorsa onun kıyafetini diktirmek ister, Ada da diker. Alper’le başlayan ilişkilerinde de aslında olan şey, bundan farklı değildir. Kaybolmuşluk arasında kendi içlerinde bir birlerini ararlar Alper ile Ada.


Çağan’ın çok iyi bir gözlemci olduğunu senaryodan görebiliyoruz. Filmin elementleri tek tek ele alındığında yeni hiç bir şeyin olmadığı belli. Hatta klişelerle dolu. Ve film başarılı!!! Eğer bir senaristseniz ve böyle içli şeyler yazmaksa amacınız, ilk kaçacağınız konu aslında budur. Çünkü ikili ilişkiler üzerinde binlerce yapım vardır, artık her şey kurcalanmıştır ve yeni bir şey söylemek çok zordur. Çağan’ın da kabiliyeti burada ortaya çıkıyor. Yeni bir şey söylemeye gerek yok aslında. Çünkü yeni şeyler yaşamıyoruz. Sadece öyleymiş gibi hissediyoruz, öyleymiş gibi kendimizi kandırıyoruz. Bunu da farketmek için bir aynaya ihtiyacımız var ve Çağan da bu aynayı bize tutmayı akıl etmiş. O yüzden film AROG’a kadar büyük bir gişe yapacak. Bu tesadüfi bir olay değil, direkt düşünülmüş, detaylandırılmış bir şey. 70 milyonun da bu filmden kendi hayatında yaşadığı bir şeyler bulması kaçınılmaz. Çünkü herşeyden biraz serptirilmiş. İsterseniz marjinalin allahı olun, isterseniz bir köyde çoban, “aha ben bunu biliyomm” dememeniz çok zor. Tabii ne kadar çok empati yapabiliyorsanız, ne kadar çok kendinizden kare görebiliyorsanız filmde, Issız Adam sizi o kaçınılmaz sona daha etkili taşıyor.
Filmin sizi sona taşımaktaki en büyük yardımcısı da 70-80’ler Türk pop müziği diyebiliriz. Neden o dönem derseniz de o dönemin aşkları büyüktür çünkü. Doğaldır, saftır, isimler ağaca kazınır. İlişkilerin düşmanı yoktur, tek düşman kendileridir. Mutlu olabilmek daha kolaydır ama aynı şekilde ayrılıklar da çok şiddetlidir çünkü ortada VAROLAN bir şey vardır. O yüzden o dönemin parçaları klasiktir. Film aslında en başından beri bu müziklerle tiyo vermektedir size. Alper'in Ada ile evde ilk yemek yediklerinde kendisinden geçip müziğe kendisini bırakmasının nedeni her şeyin bu kadar berrak olmasıdır, doğal olmasıdır, sıkıştırılmış olmamasıdır. Hayran olduğu bir şeydir bu Alper’in.



Bunları sakın harika şeylermiş gibi algılamayın. Büyük bir senarist için bu tip şeyler basit şeylerdir. Issız Adam Türk filmlerine nazaran gayet kaliteli yazılmış ama tür olarak yarıştıklarıyla arasındaki mesafe, dağlar kadardır. Dünya sinemasında çok fazla çok daha iyisi vardır... Her ne kadar içimizdeki GERÇEK anlatılsa da çoğu diyalog, çoğu olay biraz kantinkuntin kalıyor filmde. Yani “o öyle olmaz yaaa” diyebileceğimiz sahneler var. Örneğin Alper’in Ada’yı tavlama şekli. Beyoğlu'nda bile, en karaktersiz bayan bu kadar ucuz değildir, hele ki yıldırım aşkı yoksa. Ada’nın da yansıtılan karakterinin güçlü olduğunu farzedersek, bu kısmın fantezi olduğunu sayabiliriz. Ada'nın normal şartlarda Alper'in kafasını kırıp polis çağırması gerekirdi:))

SPOILER VAAAĞĞ:

Zaten Alper’in yaptıkları da biraz anormal. Özgürlüğüne düşkün, o kızla bu kızla gönül eğlendirmeyi seven, Ada’ya da GERÇEKTEN aşık olmadığını düşünürsek, birinin ayrılık sonrası bombok olması pek olası değil. “Ya halbuki ben gerçekten aşıktım” da diyemiyor Alper. Sadece onunla çok mutlu olabileceğine inanıyor kuru kuruya ve pişmanlık duyuyor. Tek toka bile içinin ölmesine yetiyor. Her suratta onu görebiliyor, anılarının geçtiği yerlerde anı tazelemeyi seviyor. Sondaki monolog işte çok ustaca hazırlanmış. Monologla film bitirmek gerçekten deli işi, ama Çağan alnının akıyla çıkabilmiş bu işten. Kutlamak gerek. Zaten o sarılma olayı da kopuş anı. Yüz yüze söylenen yalanların ardından gerçek bir duygu boşalması ve ardında kalan iki sulu bakış herşeyi özetliyor. Sevgi kolay kazanılmıyor ama kolay kaybediliyor. Acısı da pişmanlığı da derin oluyor ve bazılarınınki, ne olursa olsun, ne kadar zaman geçerse geçsin, geçmiyor. O kabuk ara ara kan vermeye devam ediyor ve karakterler ıssızlığına gömülüp tesislerine geri dönüyorlar. Belki de asla gerçekleşmeyecek, kendi kafalarında ikinci bir sonu, mutlu sonu yazmak için...
Filmin beni etkileyen tarafı bu yönüydü açıkçası. Flashback şeklinde gösterilen, iç ses şeklinde de açıklanan sahneler çok doğal, çok "ben" ve çok gerçek. Ada'nın Alper'in yastığını koklaması, fotoğrafına dokunması filan katlanılması zor sahneler. Oyunculuk zaten tavan yapmış bu sahnelerde. Ha bir de filmin sonu Atlas pasajında geçiyor. Ben de orada izledim. İlginç oldu aklıma gelince :)
___


Dikkatimi çeken bir diğer şey de bu filme büyük bir genç izleyicinin talep göstermesi ve "ayyy geberdim ağlamaktan gııııı" diye de yorumlarda bulunması. Çok samimi gelmiyor bana bunlar çünkü herkes biliyor yeni neslin ne kadar sığ düşündüğünü, yeni moda ilişkilerinin ne olduğunu. "Ya ben öyle değilim" demeyin, çoğunluktan bahsediyorum. Yani erkekler artık "GOL" peşinde, kızlar da kısa süreli eğlence... Zaten ortada hormonlardan başka birşey yokken, bu filme niye ağlarsınız ki? Anca Alper'in yaptığı öküzlüğü yapmışsınızdır ve başınıza geleceklerin, kafanıza bazı şeylerin dank ettiğinde çok geç olduğunu düşünür, daha oracıkta içiniz yanar ve ağlarsınız veya Ada gibi severken anlamsızca terkedilmişsinizdir ve mutluluğu ait olmadığınız kucaklarda, penislerde ararsınız ve o yarımlıkla, çaresizce elinizdekilerle yetinmeyi bilirsiniz, bilmişsinizdir ve ağlarsınız... Belki de gerçekleşmeyecek mutlu sonunuz aklınıza gelir, anca öyle, ama asla ortadaki hikayeye balıklama ağlayamazsınız. Yanındaki sevgilisine daha sıkı sarılanlar filan oldu ya, anlamamış adam filmi n'apsın!

Filmin artıları & eksileri
+ MSN, Facebook iletilerini süsleyecek cümlelere yer vermesi. "Sen dizime yattın, ben bir hikaye anlattım ve sen büyüdün" gibi. Gerçekten birini "büyütmüşseniz" etkilenmemeniz mümkün değil.

+Alper'in annesi rolündeki teyze döktürüyor. Büyük oyuncuymuş gerçekten.
+Dekorlar çok başarılı. Aslında dekor değilmiş gibi dursa da, çoğu mekan dekor.
+Figüranların sayısı çok fazla ve buna rağmen doğallık yitirilmemiş

-Bazı yapmacık diyaloglar ve sahneler
-Abartı sahneler (Alper'in Ada'nın üstüne ilk çıkışı ve sonraki yatak sahnesi, adam öldü sandık!)
-Filmde ilerleyen zamanın izleyiciye yansıtılmaması.
-"Kalabalık içindeki yalnızlığı" sadece bir sahnede genel planda sunması. Daha fazla manzara daha etkili olabilirdi.
-Filmin adında kelime oyunu olması. Çok gereksiz.



...Karın üzerinde donuyorsun, uyku tatlı geliyor ama farkında değilsin, ölüyorsun!


Filmin müzikleri harika demiştik. Örnek verelim. Ayla Dikmen'den "Anlamazdın"








Bir diğer iç yamultan parça da Nil Burak - "Yalnızım Ben"






24 Kasım 2008 Pazartesi

The Fall


A Little Blessing In Disguise.



Bazı filmler vardır “Evet abi film bu, iyi, çok iyi” dersiniz koltuğunuzdan kalkarken. Bazı filmler de vardır ki, onları izledikten sonra kolay kolay kalkamazsınız o koltuktan “Şimdi bu film miydi? Bu filmse önceki izlediklerim ne peki? Bu olsa olsa sanattır ya, şahaserdir, sanat eseridir, bravo ulan, alkışşşş” diye film kendisini beyninizde yaşatır, planlar, sahneler tekrardan makaradan döner gibi beyninizde dönmeye devam eder, anlam arayışları uykusuz bir geceye bırakır.
The Fall tam da böyle bir film işte. Sinemanın tanımını kafanızda tekrar yazmanıza neden olacak kadar çarpıcı, büyüleyici. Yani “Sinema budur, film böyle yapılır”ın belgeseli de diyebiliriz The Fall için.

Film çok ünlü, hatta ünlü bile değil. Arkadaştan arkadaşa, kulaktan kulağa yayıldığı kadar insanlar bu filmi biliyor. Ben de bir sene önce download etmiştim ama geçen Kaan hatırlattı da izlemek aklıma geldi. Hay kafama edeyim dedim, onca ay niye izlememişim diye.

Tarsem Singh filmin altına imzasını atan kişi. Kendisini daha önce The Cell’de de çarpıcı sahnelerle tanımıştıştık. Başarılı bir filmdi, karanlıktı da ama The Fall The Cell’den bir gömlek daha üstün ve derdi çok başka. Alexandria (Catinca Untaru) ve Roy (Lee Pace) aynı hastaneyi paylaşan iki hastadır. Alexandria daha ufacık bir Romanyalı çiftçi kızıdır, kolu kırılmıştır, Roy ise dublördür ve şanssız bir kaza atlatmıştır ama onun da daha sonradan öğreneceğimiz ruhsal sorunları vardır. Bu iki karakteri birleştiren öğeyse Roy’un Alexandria’ya anlattığı, yataküstü hikayedir. Bizler bu hikayenin görselleşmiş halini izleriz filmin çoğunda ve filmi şahlandıran da bu hikayedir zaten. Bu hikaye çok alakasız başlayıp içinde bulundukları durumla bir yerde parallel kazanacak ve biz izleyicileri hüüüp diye içine çekecektir.


Hikayede altı tane fantastik hakramana yer verilir. Her birinin doğduğu topraklar, kabiliyetleri farklıdır. Tek ortak öğeleri vali Odius’tan intikamlarını almaktdır. Her bir karaktere valinin bir kötülüğü bulunmuştur çünkü. İçlerinden şüphesiz ki en ilginç olanı Charles Darwin’dir (maymunu Wallace da yer almaktadır ve birkaç tane çok komik sahneye imza atmaktalar.


“Böyle film görmediniz” savımı ortaya atmamamdaki en büyük neden filmin görsel bir şölene sahip olması. Bunun da en büyük nedeni filmin birçok ülkede ve kıtada geçmesi. Tam 16 ülkede filmin çekimleri tamamlanmış. Bunlar arasında Türkiye’de var. Hindistan, Güney Afrika, İngiltere, Bali, İspanya, Fiji, Prag, İtalya, Romanya, Arjantin, Şile, Brazilya, Çin, Mısır ve Kamboçya. Diyeceksiniz ki film o kadar uzun mu. Hayır, değil. Bu kadar ülke gezilmiş ama “Lan madem geldik koca ülkeye şöyle 5’er 10’ar dakika görüntü sunalım” fikri tamamen yok bu filmde. Sinema aşkıyla çekilmiş bir film bu, bunu unutmayın öncelikle. Yani saydığım ülkelerden 10’ar saniyelik görüntü olanlar da var. Bir ülkeye, bir kıtaya 10 saniyelik bir görüntü çekmek için gidilir mi? Eğer böyle bir film ortaya çıkacaksa kesinlikle gidilir hatta gidilmeli.


Hikaye kısmında göreceğiniz her bir sahne birer tablo gibi ele alınmış. Çoğu panaromik açıyla başlayıp detaylara yöneliyor ve bunlar bizim insanımızın alıştığı gibi “Tepe başındaki ağaç” “başak taneleri” “sephia tonunda sazlıklar” “dibi gözüken berrak dere” gibi değil. Zaten bırakın da olmasın allah aşkına. Modern sinema bunlar değil. Ne olduğunu zaten göreceksiniz daha filmin ilk sahnesinden. Sudan çıkarılmaya çalışılan bir atın sahnesi bu kadar kastırılabilir, bu kadar mükemmelleştirilebilinirdi. Hele bir Americana Exotica kelebeğinin bir adaya dönüşü var ki, yahu babacım nasıl bir kafayla o aklına geldi? Ne içtin yani?


Oyunculuk da yardırıyor yer yer. Filmin en ünlü yüzü zaten Lee Pace, onu geçtim benim adını ilk kez duyduğum Catinca adlı ufaklık filme harika bir derinlik kazandırmış. Filmin sonlarına doğru zaten onla ağlamaya başlıyorsunuz. Şivesini yediğimin şeyi kutsal bir varlık resmen. Kanadı yok bi’. Tarsem zaten “izlediğinizden daha karanlık bir film yapmak istemiştim ama Catinca bunun önüne geçti” demiş.

Ayrıca evet, film karanlık bir film aslında. Türkiye’de vizyona girse çocuk filmi diye lanse ederlerdir ama asla değil. Pan’ın Labirenti neyse o bile diyebiliriz. İçinizdeki çocuğu birazcık da öldürmemişseniz zaten bu film favorileriniz arasında yerini hemen alacaktır.





Es geçilmemesi gereken bir film The Fall. 2006’da çok fazla festival gezmedi. Çok fazla da gişe yapamadı haliyle. Amerika’da vizyona girmedi gibi bişey hatta. Buraları geçiyorum yani. 2008’de ise David Fincher olaya destek oldu. BluRay’i de çıktı filmin. Şu anda 3 milyon doları geçmiş gişesi. Bu tip bir film için çoook az diyebilirim ama iyi ki de çok büyük gişelere oynamadı yoksa Tarsem’in bir sonraki filminin sihirinin bu parayla bozulacağını düşünüyorum. Bu adam bırakın 3-5 yılda bir film yapsın ama böyle film yapsın.

Filmin üzerine bu kadar konuşmak yeter (aslında her bir kareye bile bu kadar konuşulabilir), gerisi size kalmış. Bulun izleyin, yapışın o koltuğa! 8.5/10

Detaylı bilgi için: http://www.imdb.com/title/tt0460791/


22 Kasım 2008 Cumartesi

Tembellica DvK

Forumcağızı kapanan tembel sinefil DvK'lılar!

Kırırım kafanızı!

Yazsanıza lan bişiler!

Günde bi ton film izliyonuz ayda 1 film yazmıyonuz" şeklinde fırça kaymak istedi canım :)))
(ben de yazmamışım ehueue)

Bir de bakın gaz olsun diye günün blogu seçmiş Blograzzi bizi... Epic Fail direkt :)