24 Kasım 2008 Pazartesi

The Fall


A Little Blessing In Disguise.



Bazı filmler vardır “Evet abi film bu, iyi, çok iyi” dersiniz koltuğunuzdan kalkarken. Bazı filmler de vardır ki, onları izledikten sonra kolay kolay kalkamazsınız o koltuktan “Şimdi bu film miydi? Bu filmse önceki izlediklerim ne peki? Bu olsa olsa sanattır ya, şahaserdir, sanat eseridir, bravo ulan, alkışşşş” diye film kendisini beyninizde yaşatır, planlar, sahneler tekrardan makaradan döner gibi beyninizde dönmeye devam eder, anlam arayışları uykusuz bir geceye bırakır.
The Fall tam da böyle bir film işte. Sinemanın tanımını kafanızda tekrar yazmanıza neden olacak kadar çarpıcı, büyüleyici. Yani “Sinema budur, film böyle yapılır”ın belgeseli de diyebiliriz The Fall için.

Film çok ünlü, hatta ünlü bile değil. Arkadaştan arkadaşa, kulaktan kulağa yayıldığı kadar insanlar bu filmi biliyor. Ben de bir sene önce download etmiştim ama geçen Kaan hatırlattı da izlemek aklıma geldi. Hay kafama edeyim dedim, onca ay niye izlememişim diye.

Tarsem Singh filmin altına imzasını atan kişi. Kendisini daha önce The Cell’de de çarpıcı sahnelerle tanımıştıştık. Başarılı bir filmdi, karanlıktı da ama The Fall The Cell’den bir gömlek daha üstün ve derdi çok başka. Alexandria (Catinca Untaru) ve Roy (Lee Pace) aynı hastaneyi paylaşan iki hastadır. Alexandria daha ufacık bir Romanyalı çiftçi kızıdır, kolu kırılmıştır, Roy ise dublördür ve şanssız bir kaza atlatmıştır ama onun da daha sonradan öğreneceğimiz ruhsal sorunları vardır. Bu iki karakteri birleştiren öğeyse Roy’un Alexandria’ya anlattığı, yataküstü hikayedir. Bizler bu hikayenin görselleşmiş halini izleriz filmin çoğunda ve filmi şahlandıran da bu hikayedir zaten. Bu hikaye çok alakasız başlayıp içinde bulundukları durumla bir yerde parallel kazanacak ve biz izleyicileri hüüüp diye içine çekecektir.


Hikayede altı tane fantastik hakramana yer verilir. Her birinin doğduğu topraklar, kabiliyetleri farklıdır. Tek ortak öğeleri vali Odius’tan intikamlarını almaktdır. Her bir karaktere valinin bir kötülüğü bulunmuştur çünkü. İçlerinden şüphesiz ki en ilginç olanı Charles Darwin’dir (maymunu Wallace da yer almaktadır ve birkaç tane çok komik sahneye imza atmaktalar.


“Böyle film görmediniz” savımı ortaya atmamamdaki en büyük neden filmin görsel bir şölene sahip olması. Bunun da en büyük nedeni filmin birçok ülkede ve kıtada geçmesi. Tam 16 ülkede filmin çekimleri tamamlanmış. Bunlar arasında Türkiye’de var. Hindistan, Güney Afrika, İngiltere, Bali, İspanya, Fiji, Prag, İtalya, Romanya, Arjantin, Şile, Brazilya, Çin, Mısır ve Kamboçya. Diyeceksiniz ki film o kadar uzun mu. Hayır, değil. Bu kadar ülke gezilmiş ama “Lan madem geldik koca ülkeye şöyle 5’er 10’ar dakika görüntü sunalım” fikri tamamen yok bu filmde. Sinema aşkıyla çekilmiş bir film bu, bunu unutmayın öncelikle. Yani saydığım ülkelerden 10’ar saniyelik görüntü olanlar da var. Bir ülkeye, bir kıtaya 10 saniyelik bir görüntü çekmek için gidilir mi? Eğer böyle bir film ortaya çıkacaksa kesinlikle gidilir hatta gidilmeli.


Hikaye kısmında göreceğiniz her bir sahne birer tablo gibi ele alınmış. Çoğu panaromik açıyla başlayıp detaylara yöneliyor ve bunlar bizim insanımızın alıştığı gibi “Tepe başındaki ağaç” “başak taneleri” “sephia tonunda sazlıklar” “dibi gözüken berrak dere” gibi değil. Zaten bırakın da olmasın allah aşkına. Modern sinema bunlar değil. Ne olduğunu zaten göreceksiniz daha filmin ilk sahnesinden. Sudan çıkarılmaya çalışılan bir atın sahnesi bu kadar kastırılabilir, bu kadar mükemmelleştirilebilinirdi. Hele bir Americana Exotica kelebeğinin bir adaya dönüşü var ki, yahu babacım nasıl bir kafayla o aklına geldi? Ne içtin yani?


Oyunculuk da yardırıyor yer yer. Filmin en ünlü yüzü zaten Lee Pace, onu geçtim benim adını ilk kez duyduğum Catinca adlı ufaklık filme harika bir derinlik kazandırmış. Filmin sonlarına doğru zaten onla ağlamaya başlıyorsunuz. Şivesini yediğimin şeyi kutsal bir varlık resmen. Kanadı yok bi’. Tarsem zaten “izlediğinizden daha karanlık bir film yapmak istemiştim ama Catinca bunun önüne geçti” demiş.

Ayrıca evet, film karanlık bir film aslında. Türkiye’de vizyona girse çocuk filmi diye lanse ederlerdir ama asla değil. Pan’ın Labirenti neyse o bile diyebiliriz. İçinizdeki çocuğu birazcık da öldürmemişseniz zaten bu film favorileriniz arasında yerini hemen alacaktır.





Es geçilmemesi gereken bir film The Fall. 2006’da çok fazla festival gezmedi. Çok fazla da gişe yapamadı haliyle. Amerika’da vizyona girmedi gibi bişey hatta. Buraları geçiyorum yani. 2008’de ise David Fincher olaya destek oldu. BluRay’i de çıktı filmin. Şu anda 3 milyon doları geçmiş gişesi. Bu tip bir film için çoook az diyebilirim ama iyi ki de çok büyük gişelere oynamadı yoksa Tarsem’in bir sonraki filminin sihirinin bu parayla bozulacağını düşünüyorum. Bu adam bırakın 3-5 yılda bir film yapsın ama böyle film yapsın.

Filmin üzerine bu kadar konuşmak yeter (aslında her bir kareye bile bu kadar konuşulabilir), gerisi size kalmış. Bulun izleyin, yapışın o koltuğa! 8.5/10

Detaylı bilgi için: http://www.imdb.com/title/tt0460791/


3 yorum:

Sera dedi ki...

Ben de Big Fish'e benzettim biraz. Etkisi sonradan daha çok bastıran filmlerdendi.

clementine dedi ki...

buna benzeyen filmler aramaktayım.başka filmler kesmez oldu beni

zenc dedi ki...

harika bir filmdir. Küçük kızın tatlılığı beni benden almıştır. Efekleride değinilmicek gibi değil.