29 Aralık 2009 Salı
Castaway on the Moon
Konu sinema olunca filmleri Hollywood, Avrupa ve Asya şeklinde bölmeyi çok severiz biz. Üç ayrı tat, üç ayrı kitle göz önüne alındığında üç sinemanın da kendisiyle öne çıkan özellikleri vardır. Burada Hollywood ve Avrupa sineması nedir anlatmayacağım zira bu sayfaları takip ediyorsanız az çok cevabı biliyorsunuzdur ama özellikle ülkemizde Asya sineması (giderek artsa da) ne çok biliniyor de takip ediliyor. Asya sinemasını Oldboy’la veya 7 Samurai sananlar var. Japon, Çin, Tayland filmlerini geçtim, Güney Kore sineması özellikle 2000 yılından sonra sayısız güzel filmi dünyayla tanıştırdı. Güney Kore tabii ki Türkiye gibi değil. Burada izleyici sayısı 1.5-2 milyonu geçecek bir film ya içinde küfür olan bir komedi filmi, ya da silahın olduğu bir “dava” filmidir. Gerisi orta tempoda gider veya düşük tempoda batar ama Kore sineması box office’e baktığımızda, içinde günümüz duygularının bir belki iki karakterde pişirildiği filmlerin büyük işler yarattığını görebiliyoruz. Çünkü -evrendeki tüm senaristler kabul eder ki (etmesi lazım yani)- Asyalı yazarlar çok iyi yazar. Hem de çok. Kitaplarını çevirdiğimizde biraz o ruh kaybolsa da, filmlerde bunu pek yaşamıyor, damardan alıyoruz o kültürü.
Konuyu artık bağlasam iyi olacak. 2009 Mayıs’da Kore sinemalarında yaklaşık 1 milyon kişiye ulaşan, Hae-Jun Lee’nin son filmi Castaway on the Moon’a (Bay Kim'in Avare Günleri şeklinde Türkçe'ye çevrilmiş ey yumurtaya can veren Allah'ım) yakın mercek tutmak istedim. Lee ünlü bir yazar-yönetmen değil. İkinci yönetmenlik tecrübesindeyse çoğunun 10. filmde anca yolunu bulduğu bir işe imza atarak tüm kalbimi çaldı. Kadına, erkeğe, tüketen topluma, sosyal hayata, ikili ilişkilere, hayal ve umutlara bakışı kesinlikle 10 numara.
Film bir intihar teşebbüsüyle başlıyor. Kim, kredi kartlarının borçları ve daha birçok sorun yüzünden henüz filmin ilk saniyelerinde kendisini köprüden derin sulara atar. Sonra gözleri açılır. Az biraz sessiz bir ortamda uyanır. Yeşil renkler ortamda baskındır, rahatlamıştır, cennettedir. Yok yok, burası cennet değil, atladığı yerden birkaç kilometre uzaklıkta yer alan minicik bir adadır. Çöp doludur. Şehri tam karşıdan görmektedir ama bu adacıktan şehirdeki her hangi bir yola giden yol yoktur. Kimse de onu duyamamaktadır haliyle. Yani Kim, şehirden çok az uzakta, bu adacıkta mahsur kalmıştır. Artık bu adada hayatta kalmak zorundadır (Castaway filmi aklınıza gelsin). Çöpler en değerli hazinesidir. Kim’in hikayesi bir anda değişmektedir. Kim yavaş yavaş kendisini tanımaktadır ve ufacık şeylerle hayatının ne kadar eğlenceli ve değerli olduğunu anlamaktadır, aynı zamanda burada yazarın sosyal topluma fena giydirişleri göze çarpmaktadır.
GÖKTE ARARKEN ÇÖPTE BULMAK
Derken filme, kapakta gördüğünüz diğer kız katılır. Bu kız kendi odasından dışarı uzun bir süre çıkmamış ama hayatın ritmini de kaçırmamış, tüm soysal hayatı internette var olan, “yalandan” bir kızdır kısacası. Eminim ki bu tip insanlar sadece Kore’de yoktur. Çağımızın bir hastalığına, yazar farklı bir bakış getirmiş sadece. Odasından Ay fotoğrafı çeken bu kız, fotoğraf makinesinin zoom’u sayesinde Kim’i bu adada görür ve kızın hayatı bir şekilde değişmeye başlar. Adını film boyunca öğrenemeyeceğimiz bu kız, Kim’i uzaktan uzaktan izler ve bu reaksiyon sonucu ortaya çıkan maddenin sonuçlarını filmde ayıla bayıla izleriz.
Film tam bir detay zengini. Her bir eşyada, her bir imgede bir hikaye var ve filmin derdini anlamak istiyorsanız filmi biraz pembe dizi izler gibi izlememeniz gerekiyor. Böylece film sizi gerçekten bir adaya sürüklüyor. “Ben olsaydım ne yapardım yahu?” diyorsunuz ve işin ilginci, aklınıza gelen şeyleri Kim yapmıyor, onun yaptığı şeyler kesinlikle daha zekice ve daha gerçekçi oluyor. Çünkü siz bir adaya hiç düşmediniz! Ama filmin güzelliği işte bu, sonra sizi o adacıktan alıp bir odaya hapsediyor. Muhtemelen bu filmi odanızda izleyeceksiniz ve belki de biraz kendinizi bulacaksınız bu sahnelerde ama yine de karşılaşacağınız bu hayat size ilginç gelecek çünkü siz hiç bu tip kompleksleri olan bir insan olmadınız. İnsanların giderek sanallaştığı, giderek silikleştiği, giderek daha fazla tükettiği ve tarihin biz “modern” insanlara devrettiği bazı şeylerin anlamını, parantez aralarında görmek gerçekten büyük bir keyif bu filmde.
Tabii ki filmin asıl amacı düşündürmek değil. Sizi hislere boğmak. Kalbinizin attığını hissettirmek. Deli gibi güleceksiniz, çok kızacaksınız, hayalleriniz yıkılacak, boğazınızda bir şeyler birikecek ve muhtemelen mutlu bir şekilde ağlayacaksınız bu filmde. Oyunculuğun da gayet iyi olduğu bu filmi, başta hikaye sever tüm sinefillere öneriyorum. Böylesi Kore’den bile çok gelmiyor. 8/10
15 Aralık 2009 Salı
Saw VI - The legend suffers not!
29 Kasım 2009 Pazar
2012
Emmerich, Bizi Daha Önce de Uyarmıştı!!!
En baştan belirtmeliyim ki, Roland Emmerich’in hiçbir zaman hayranı olamadım. Bunun birçok nedeni var tabii ki ama ilk sırada abimizin aynı anda iki işi yapamıyor oluşu geliyor. Yani ilk iş olan “felaket-disaster” oluyor olmasına ama maalesef iş hikâyeye gelince orada çamura batıyor. Klişenin bile ötesine geçmiş yazar-yönetmenler arasında belki de zirveye oynuyordur Emmerich ve 2012’de de bu alışkanlığından vazgeçemiyor.
2012 aslında sinema açısından gayet malzemesi olan bir konu. Yani Mayalardan, Sümerlilerden günümüze gelen ve bilim-teknolojiyi de arkasına alan, öyle veya böyle bir şeylerin dünyada değişeceği bir tarih ve açıkçası ben bu sefer “hikâye” anlamında iyi şeyler bekliyordum. 55 yaşına gelmiş, 10’dan fazla film-yazmış yönetmiş, milyar doları bulan paralar kazandırmış birisinden bunu beklemek en doğal hakkım diye düşünüyordum ama düşünmez olaydım. Beyin soğancığım büzüşseydi de umut beslemeseydim, beklentilerim karşısında kendimi enayi gibi hissetmeseydim.
John Cusack yani Jackson, sıradan bir Amerikan babasının belki yarım adım ötesindeki birinden farksızdır. Biraz sorumsuzdur, biraz sevgi doludur, biraz heyecanlıdır ama yeri gelince gözü hiçbir şeyi görmeyebilir. Her Amerikan babasının ruhunda bir kahraman yatar, biliyorsunuz. Çok, çok az satan bir kitabın yazarıdır ve bu kitabı yazarken boş verdiği ailesiyle (eşiyle) boşanmıştır. Yani tipik bir Amerikan ailesinden pek farkları yoktur. Hatta o kadar ki yeni eşiyle eski eşi arasında minik bir kıskançlık bile vardır! Sonra tahmin ettiğiniz, fragmanda izlediğiniz tüm olanlar olur ve Jackson çocuklarıyla, eski karısıyla ve onun eşiyle maceranın göbeğinden ayak serçe parmağına kadar hayatta kalma savaşı verir. Spoiler vermemek için bu noktada pek bir şey demek istemiyorum ama birkaç tane Emmerich filmi izlediyseniz filmin nasıl başlayıp nasıl devam edip ve nasıl biteceğini biliyorsunuz demektir. Bu konuda film, hiç cesur olmamakla beraber izleyeni de asla sürprizlerle, zekice tasarlanmış hikâye oyunlarıyla etkileyemiyor. Filmin izleyiciyi etkileyeceği tek yer görsel efektleri.
Sen Beni Bir De Gece Gör…
260 milyon dolarlık bir bütçeden bahsediliyor. Sanırım bunun %75’i sadece CGI’lara gitmiştir çünkü şu güne kadar gördüğümüz en iyi CGI’ları bu filmde görebiliyoruz. Her şey en ufak detayına kadar çizilmiş, hareketlendirilmiş ve yok ediliyor. Felaket zinciri başladığı andan itibaren aileyle birlikte biz de o cehennemden kaçmaya çalışıyoruz ve film bir nebze olsun sizi atmosferine sokmayı başarıyor buralarda. Yıkılan yollar, devrilen arabalar, çöken köprüler, un ufak olan binalar, boşluğa atlayan metrolar, margarinin erimesi gibi denize batan bir eyalet, dev dalgalar… Kesinlikle görüp görebileceğiniz en iyi görsel efektler bu filmde ve işin en güzeli de hiç de yapmacık değiller. Belki de gerçeğini yıksalar bu kadar pahalı tutmazdı diyor insan!
Bir diğer eleştirilecek noktaysa Emmerich’in bu olayı global hale çevireceğim derken bunu eline yüzüne bulaştırması. Filmde oldukça iğreti duran bir Rus ile tanışıyorsunuz. Bir süre bayağı Rus göndermeleri izlemek zorunda kalıyorsunuz maalesef. “Para her şeyi satın alır” ile “Bazı şeyleri alamaz” arasında gidip geliyorsunuz hiç derinlere inmeden. Rusları sevmiyorum yaa bile diyorsunuz ama sonra bu fikrinizi sorgulayacak şeyler izliyorsunuz. Sonra zaten bu tutarsızlığı hep hissediyorsunuz film boyunca (örneğin Jackson’ın eşi yanar-dönerlik konusunda ders veriyor alttan alttan). Bu global bir olay olduğu için diğer dünya ülkeleri de bu olaydan etkileniyor ama bu kısımlar hemen geçiştiriliyor. Yani İngiltere’de ne oldu mesela? Bir TV’den filan da gösterilebilirdi. Biz yine daha çok olayın Amerika tarafına bakıyoruz. Tabii Emmerich’in siyasal görüşü de az hissedilmiyor değil filmde. Danny Glover’ın oynadığı Amerikan başkanı rolüyle o kadar melek gibi bir tablo çıkıyor ki ortaya, şaşarsınız. Bir ara eline paspas alıp beyaz sarayı silmeye başlayacak sandım. Tabii bu yapılırken de Beyaz Saray’a ve çevresindekilere de alt alttan, (aslında ortaokul öğrencisinin bile anlayabileceği) iğneler yollanıyor. Bir kıyamet filminde bunlara artık ne kadar sıcak bakarsınız bilemiyorum ama benim tarzım değil. Ha, desek Emmerich bu konularda cesurdur; gördük ki o da değil. Mekke yıkımını göremedik. Fetva verilir korkusundan mıdır nedir, çıkarılmış filmden. Yani kıyamet kopuyor, dünyada taş üstünde taş kalmıyor ama Kâbe sağlam mı kalacaktı? Nasıl bir beton teknolojisi kullanıldıysa…
Yeşil Perde Oyunculuğu…
Oyunculuklar da en az senaryo kadar kötü. Dünya yıkılıyor, gözlerinin önlerinde on binler ölüyor ama ne aile fertleri ne de çocuklar korkudan şöyle bir titremiyor. Birkaç damla gözyaşı sadece. İnsan haliyle kendisini koyuyor öyle bir durumda “Ben olsaydım nasıl hissederdim” diye ve sonuç aslında belli; insan kabız olur korkudan ve epey saç döker, beyazlatır. Ama filmimizde “öleceğiz” korkusu pek yok. Sadece “Kaçmalıyız” hissi verilmiş. Tüm dünya lahana çorbasına dönmüş ama bizim derdimiz bir köpekçik olmuş örneğin. Ve bunun ben sanmıyorum ki “Amerikan insanı duygusuzdur” demek olsun. Bariz bir yönetmenlik acizliği izliyoruz. Araya serpiştirilen dramatik sahneler de tek tüy dikemiyor. Bu konuda biraz daha oturup Titanik izlemesini beklerdik yapımcıların. Filmin bu konuda tek başarısı Woody Harrelson’un çılgın radyocuyu oynaması ve bunu da hakkıyla yerine getirmesi. Zombieland’ten sonra kendisine buradan da şapka çıkarıyoruz.
“Sonuçta bir kıyamet filminden ne beklenebilir ki?” diye sorup beklentilerinizi aşağıda tutabilirsiniz, hiç sorun değil ama bu kadar büyük paraların döndüğü filmlerde, tercih edilen DEĞİL, direkt hata olarak yapılan şeylerin, ki bunu yapan çok tecrübeli isimlerse, göze batmaması imkansız. “O kapı kapanmadan motorlar çalışamaz aman Allah’ım!” nasıl bir saçma mantıktır örneğin. Ya da hala filmin devam etmesi için über tesadüflerin istisnasız hep üst üste gelmesi… Kimse arthouse tarzında bir hikâye üzerinden gelen kıyamet filmi beklemiyor tabii ama en azından klişelerle bezenmiş filmlerin hakkının verilerek yapılıp sunulsun bari demekten kendimi alamıyorum. Çünkü hala filmlerin görsel efektsiz sahnelerin süresi, efektli sahnelerinden fazla. 5/10
16 Ekim 2009 Cuma
Hurt Locker
"Genç Amerikalı asker, Irak'a veya Afganistan'a gider ve dünyanın efendisinin kim olduğunu herkese gösterir silahıyla" özetindeki filmlerden birisi olarak hafızamda kalan The Hurt Locker'un fragmanı, kendisini izlediğimde bu fikrimi 180 derece değiştirdi ve 2009'da izlediğim en iyi filmlerden biri oldu (fragmanlara kanmayın). Bilindik bir hikayeyi, bilmediğimiz bir açıdan gösteren 58 yaşındaki hatun kişisi Kathryn Bigelow, Strange Days'i gölgede bıracak kadar başarılı filmde yönetmenlik hünerlerini, en sıcağından ortağa koymayı bilmiş.
2004 Irak'ında geçen filmde William James (Jeremy Renner) adındaki bir askerin, içinde bulunduğu ortama, hayatına ve karşıdaki insanın hayatına bakışına tanık oluyoruz. Şunu başta söylemekte fayda var ki, yaratılan atmosfer tam anlamıyla distopik. Eğer The Thin Red Line'ı izlemişseniz, ne demek istediğimi biraz daha iyi anlayabilirsiniz.
Film safkan bir aksiyon değil. Ben öyle sandığım için ilk başta söylediğim şekilde düşünmüştüm. Film sadece çatalın bir ucunu aksiyona batırmış diyebilirim. Bu da zaten filmle beraber gelmek zorunda olan bir öğe. ASkerimiz William, bulunduğu bölükte, bomba imha ekibinde yer almaktadır ve eğer biri bir köşeye zaman ayarlı bir bomba koymuşsa, o iş William'ın işidir. Tüm dünyanın manşetlerde okuduğu (misal veriyorum) "Irak'taki bombalı saldırıda onlarca sivil hayatını kaybetti!", heh, işte bu haberlerin onlarcası William'ın ellerinden geçiyor. Film boyunca William kuytu bir köşeye gizlenmiş bombayı bulmasını ve imha etmesini izliyoruz. Oldukça heyecanlı geçiyor bu sahneler ve asla klişe değiller. Yani sahnenin sonunda, "kırmızı kablo mu, mavi kablo mu?" diye bitmiyor. Filmin afişinde de görebileceğiniz gibi, ufak bir fitilin ucu, ilçeyi havaya uçuracak kadar bomba kümesine bağlanmış bulunabiliyor. Buradaki hissiyatı da film izleyiciye çok iyi aktarıyor. Sandıldığının aksine film en az dört kamera ile eş zamanlı çekilmiş. Kurguda bunlar ustaca editlenerek de oradaki heyecanlı dakikalar aynen izleyene geçiyor. "Ben olsam dakka durmaz kaçardım" dememeniz imkansız. Az sonra bir kıyamet kopabilir ve siz tam ortasındasınız bu sessiz cehennemin! İşin daha kötüsü, bundan kurtulsanız bile, yarın yine aynı tehlikede yer alacaksınız. Ondan kurtulsanız, bir sonraki gün yine ve yine ve... Buradaki buhran da aynen içinizi kaplıyor ve pek umutlu bakmıyorsunuz yarınlara.
Peki karakterimizin derinliği nedir? Niye biraz manyaktır? Nedir çizik olmasının nedeni? Bunları film, 130 dakika boyunca ince ince işliyor elbette. Karakteri bu kadar iyi anlatabilen film olmasının ödülünü de zaten film, gittiği festivallerin çoğundan eli boş dönmeyerek aldı, alıyor. William'ın hikayesi anlatılırken de, bir taraf seçmeyen bu filmin, geçtiği sokaklardaki insanlar da anlatılıyor ama alıştığımız gibi sesli değil. Sadece bakışlarla veya feryatlarla. Filme ahlaki açıdan da güzelce bakan film, yer yer yürekleri sızlatmıyor değil. Özellikle William ile porno film satan çocuk Beckham'ın aralarındaki muhabbet, filme süper bir hava katıyor. Yer yer imge ile bunlar zenginleştiriliyor, yer yer de muhabbet arasındaki ufak esprilerle. İmge demişken, Avrupa sineması severlerin alışık olduğu türden kareler bolca mevcut. Irak sokaklarında, astronot kılıklı biri, sanki buraları keşfe çıkmış gibi giderken, halkın soğuk bakışlarında "yanılıyorsun" ifadesi yakalamak gibi, onlarca öğe barındırıyor Hurt Locker.
Bağımsız film olarak, gayet ucuza çekilen film dünyada çok güzel bir gişe başarısı yakaladı (ki film 16mm çekilmiş olmasına rağmen). Bu da bu tip filmlerin illa milyon dolarlık patlamaların yer almadan da ne kadar iyi anlatılabileceği yönünde hoş bir örnek oldu arkadan gelenlere... Türe az çok yakınsanız, kesinlikle öneririm bu filmi. 7.5/10
11 Eylül 2009 Cuma
Män som hatar kvinnor
The Girl with the Dragon Tattoo olarak da ayrı bir ingilizce adı var filmin.Belirteyim...
Film, İsveç’li yazara ait “Millenium” adlı bir üçlemenin ilk kitabının uyarlaması. Stieg Larsson imzalı serinin ilk kitabı olan “The Girl with the Dragon Tattoo” ile elde ettiği başarıyı hiç göremedi zira kitapları henüz basılamamışken vefat etmiştir. Ölümünden sonra bir araya getirilen eserleri çok daha fazla sayıda olacakken ancak üç kitapta kaldı.( Serinin 11 kitap olması düşünülürken zamansız vefatı sebebi ile ancak bu kadarı basılabilmiş.) İngilizceye çevrilirken de Girl with the dragon tattoo gibi bir isimle yayımlanmış.(Enteresan ama gereksiz bir çeviri.)Neyse kitapları ile inanılmaz bir başarı elde eden Larsson, best seller olmasının yanı sıra çok başarılı “page turner” olarak da görülmekte. Zira kitapları birkaç gün içerisinde bitirilmekte. Bu konuda cidden başarılı olduğunu bildirmeliyim. Thriller okumayı sevenler mutlak surette göz atmalı diyerek filme döneyim.
Gazeteci Mikael Blomkvist siyasi bir skandalı ortaya çıkarmaya çalışırken olaylar tersine döner ve hapis cezasına çarptırılır. Bu bozgun sırasında Vanger ailesinin üyelerinden olan Henrik Vanger oldukça gizemli bir olayın çözümü için gazetecimize ulaşır ve 40 yıl öncesinde garip bir biçimde ortadan kaybolan yeğeni Harriet Vanger hakkında bir araştırma yapmasını ister. Oldukça uzun bir süre açığa çıkarılmaya çalışılmışsa da başarılı olunamamış bu gizemli öykü daha ilk dakikalardan hem seyirciyi hem de Blomkvist’i içine çeker. Hikayenin bu gidişatı içerisinde kendisinden bahsedilmeden geçilemeyecek karakter Lisbeth Salander olaya dahil olur. Lisbeth Asperger sendromlu biridir ve özel bir güvenlik firmasına hackerlık ve üstün araştırma kabiliyetini kullanarak bilgi sağlamaktadır. Oldukça sıra dışı olan bu karakter gazetecimizle Herriet’in kayboluş gizemini araştırmaya başlar. Garip bir biçimde karşılaşan ikili son dönemde beyazperdede izlemesi en keyif verici çiftlerden birini oluşturmuş. Meşhur X-Files çiftimizin garip nevrotik ikilemini çok daha iyi yansıttıklarını düşünüyorum. Olayın kendi içerisindeki gizemi zaten başlı başına merak konusu iken bu ikilinin kendi aralarındaki ilişki biçimi hatta yüz mimikleri bile olayı gittikçe gergin ve meraklı hale getirmekte.
Araya bilmeyenler için Asperger Sendromu’nu alayım zira karakteri anlamak için önemli olduğunu düşünüyorum. 1944'de Avusturyalı hekim Hans Asperger tarafından ortaya konan sendrom temelde otizmin bir ucu olarak kabul edilmektedir. Empati eksikliği, uygun olmayan tek yönlü iletişim, arkadaşlık kurma becerisinde eksiklik ya da tamamen yoksunluk, tekrar edici konuşma, sözle olmayan iletişim, belli konulara karsı ilgi geliştirme, duruş bozuklugu ve sakar hareketler sergileme, çoğunlukla normal ya da ustun zekaya sahip olma özellikleri sergilerler. Sendrom bir yandan nöropsikiyatrik bir bozukluk olarak addedilirken bir yandan da temelinde insan özelliği olduğu pek çok üstün bilişsel ve karakter özelliği barındıran bireylerde görülmektedir. Örneğin; Einstein'da bu bozukluğun bulunduğu belirtiliyor.
Asperger sendromunun karakteristik özellikleri:
· Asperger sendromu olan insanlar sosyal olabilmek için çabalar ama başaramaz.
· Yüz ifadeleri gibi sözel olmayan sinyalleri anlamakta güçlük çekerler.
· Tek düze, hızlı, duygudan yoksun konuşurlar.
· Sözcüklerin mecazi anlamlarını anlamakta güçlük çekerler.
· Hayal gücü eksikliği vardır, soyut düşünmede zorlanırlar.
Bahsedilen bu sendromun Lisbeth’te vücut bulması son derece iyi işlenmiş. Bu da karakteri olduğundan daha ilgi çekici kılmaya yetmiş. Lisbeth’in geçmişine ait birçok merak belirse de sadece son dönemlerine ilişkin bilgiler verilmiş. Özellikle travmatik ve sorunlu kişiliği yüzünden kendisine atanmış danışmanı ile olan ilişkileri olabildiğince sert ve vurucu olmuş. Kısaca geçilen kısım belki de filmin en vurucu kısımlarından birisi. Ayrıca dikkat…
Filmin uzun süresine rağmen hiç sıkılmadığımı ancak finalinin beklenen vuruculuğu yerine getiremediğini belirtmek isterim. Her kitap uyarlaması gibi, filme dönüştürmenin-hele ki böyle bir hikayenin- zorlukları özellikle finalde oldukça yoğun bir biçimde hissedilmiş. Fakat her şekilde ilginin ve tansiyonun hiç düşmediği ve gerilimin her dakika arttığı bir film ortaya çıkmış. Filmi izlerken adventure bir oyun oynuyormuşçasına Venger ailesi ile ilgili notlar aldım. Birbirleri ile olan ilişkilerini anlamak ve böylesine büyük ve kudretli bir ailenin karmaşık geçmişlerini hazmetmek için iyi de yapmışım aslında. Bu açıdan ayrı bir tebriği hak ediyor. Son zamanlarda izlediğim en iyi thriller’lardan biri.
Filmin hikaye anlamında oldukça eksiği de var aslında. Birden fazla konu yan karakterden hemen gündeme düşüverecek şekilde işlenirken bir sonraki sahnede kendine yer bulamayabiliyor. Yine de filmin hikâyesindeki bu boşluklar ve kestirmeler, ana eksende süre giden tempoyu hiç kesmiyor. Aksine seyirciyi izlerken rahatlatıyor bile diyebilirim.
9 Eylül 2009 Çarşamba
Eden Lake - Kan Gölü
NEYSE Kİ BU GÖLDEN İSTEDİĞİMİZİ ALDIK...
Bu seferki korku-gerilim filmimiz Ne İspanya’dan geliyor, ne Amerika’dan ne de Japonya’dan. İngiltere’nin sık ormanlarından çıka gelip boğazımızı düğümlüyor. Biraz romantik, biraz gore, biraz ruh hastası bir film olarak, beklentileri karşılayarak izleyici yerine çivilemeyi başarıyor. Beni en çok sevindiren özelliğiyse, pek nadir gördüğümüz Wes Craven çeşnili gerilim öğelerini kullanıyor olması.
Konu, bir korku filminin başlaması için çok basit ve yeterli. Sevgili çift yoğun iş temposunda ne yapalım ne yapalım diye düşünürken erkek tarafı “Hadi ülkenin en ücra köşesindeki Eden Lake’e gidip ölelim” der. Ve giderler. Keyifler gıcırdır ama bir sorun vardır. Gölden ne bir canavar çıkmıştır ne de bir seri katil bunlara dadanmıştır. Tek dertleri birkaç ufacık serseri çocuğun kaset-çalarından çıkan rap müziğidir. Ne kadar korkunç olabilir ki bu film? Evet, filmin en güzel noktası da bu. Klişeleri kullanıp izleyeni sık sık ters köşeye çekiyor ve koyu bir empatinin ortasında bırakıyor. Karşılaştıkları serseri çocuk grubu Eden Lake’in asıl “kötü” tarafı ve hiç de tahmin etmeyeceğiniz kadar sinir bozucu.
Genelde kötülük canavarlara, vampirlere, ne bilim bize yabancı olan şeylere özgü bir şeymiş gibi etiketlenir sinemada ama işin doğası öyle değildir tabii ki. “İnsan kötüdür”. Bunun büyük veya çocuk olmasıyla konunun ilgisi yoktur. Eden Lake’de de bir grup kötü çocuğun “çocukluklarını” izliyorsunuz. Hem de en kanlısından. Film kısa bir sürede Survival-Horror türüne dönüşüyor ve orman da resmen bu film için oraya konmuş!
İngiliz aksanının dibine vurulduğu bu filmin bence en büyük başarısı Brett’tir (Jack O’Connell). This is England filmini izlemişsinizdir (kesinlikle izlemelisiniz), oradaki performansını bir üste taşımış ve filmin “şeytanı” olarak en kralından pozlarını vermiş. O kadar iyi oynamış ki kendinizi ekrana uçan tekme atarken bulabilirsiniz. Bu kadar rahatsız edici, bu kadar piç, bu kadar kötü bir teenage iblis sinemada çok gözükmüyor. Tadını çıkarın diyemiyorum çünkü gerçekten tüm asabınızı bozacak.
Mutlu bir çift olarak birkaç gün kafanızı dinlemeye gidiyorsunuz Eden Gölü kenarına ama bir kaç serseri çocuk eceliniz oldu olacak. Ne yaparsınız? Normalde hepsini döverim diye düşünseniz de aslında kaçarsınız. Öyle de oluyor. Kaçıyor çiftimiz. Kaç kaç ka... Bu kovalamaca planları da çok iyi yazılmış. Heyecan hep üst düzeyde ve senaryodaki çatışmalar tam yerinde devreye giriyor. Hayır ya olamaz, kalk hadi demekten yorulabilirsiniz, o derece.
Ama filmimiz maalesef mükemmel değil. Öncelikle daha iyi bir müzik seçilmeliydi. Romantizm var filmde, okey ama bunun üzerinde pek durulmamış. O yüzden ne alaka oluyoruz bol bol. Çocukların birkaç tanesi hariç emanetmiş gibi duruyor sahnelerde. Yakışmamış yani. Ayrıca bu tip bir filmde kesme biçme sahneleri gösterilmesi lazımdı, es geçilmiş. Plot’ta biraz boşluklar var ama iyi sonuyla bunu örtmeyi başarıyor. Süre olarak da tam tadında. Çok şey sunma çabasında değil. Basit bir hikaye, basit karakterler ve basit bir hayatta kalma çabası bu. Tabii ki aralarda mesajlar verilmiş film. Özellikle sondaki “Onlar sadece çocuk” lafına pek bitti... Gerilim arıyorsanız, The Descent 2 gelene kadar sizi idare edecektir Eden Lake. Gönül rahatlığıyla şans verebilirsiniz. Ama bir süre de çocuklardan uzak durmak istemeniz olası. 7/10
3 Eylül 2009 Perşembe
Drag Me To Hell (2009)
Sam Raimi sülalece üç buçuk attırmıştı bize Evil Dead ile. İlk izlediğim zamanı hatırlıyorum da çok ciddi derecede etkilenmiştim. Derken seriye gelen devam filmleri ile kendi kendinin parodisini yapan çok ciddi bir yönetmen olduğunu anlamıştım. Bugünlerde ise kendisine olan hayranlığım Spiderman filmleri ile bir nebze sekteye uğrasa da, itibarını geri kazanacak kadar iyi bir işle, en iyi yaptığı tarza yöneldiğinden dolayı bir kere daha yükselişe geçti. Daha çekim aşamalarından beri merakla takipçisi olduğum filme ait ilk trailer’ı izlediğim zaman, doğru yolda olduğunu / olduğumu anlamıştım.
Harmanladığı korku ve komedi unsurlarını filmde bu derece dengeli kullanan yönetmen oldukça nadirken, işin ustası sayabileceğimiz Raimi bunu kendi matematiği içinde belli ki çok zorlanmadan halletmiş. Özellikle kendi filmlerinden alıntıladığı sahnelerde bariz bir ustalık gösterisi sunuyor. Özellikle kültleşmiş Evil Dead 2 fanatikleri bu sahneleri çok hızlı bir biçimde yakalayacak ve vayyy be yine yapmış yapacağını diyecekler. Eminim… Oldukça klişeleşmiş her sahneyi ters yüz edercesine bir sahnede kahkaha atabilecekken, ürpertici bir sahne geçişi ile kursağınıza kalabiliyor. Daha birçok sahneden çok daha ayrıntılı bahsetmek lazım aslında da, filmi henüz izlememiş kişilerden alacağım bedduadan çekinmiş olmalıyım ki elimi korkak alıştırdım.
2 Eylül 2009 Çarşamba
Zeki Demirkubuz - KISKANMAK
Zeki Demirkubuz'un son filmi 6 Kasım'da vizyona giriyor. İlk fragman çıktı. Gayet iyi gözükmekte kendisi.
FRAGMANI İZLEMEK İÇİN TIKLAYIN
9 Ağustos 2009 Pazar
The Hangover (Felekten Bir Gece)
Bilmiyorum size de oluyor mu bu; yönetmen orta hallidir, yani çekebileceği film bellidir, mucize beklemezsiniz, sınırlarını ne kadar zorlayabilir ki dersiniz, bu yüzden büyük beklentilerle salona gitmezsiniz ve muhtemelen de o koltuktan üzülerek ayrılmazsınız. Genelde, yönetmen sizi şaşırtmaz. Açıkçası The Hangover öncesinde de böyle olmuştu bana. Büyük beklentilerim yoktu. Amerika'da bu filmin reklamı acayip çok dönse de, buralarda pek gözükmedi, çok salonda da kendisini göstermedi zaten ama karşılaştığım tablo beni dumur etmeye yetti diyebilirim.
Road Trip ve Oldschool gibi kendi çapında komedi filmlerine imza atmış olan Todd Phillips, Hollywood semalarında çok da görmeye alışık olmadığımız bir tarzda karşımıza çıkıyor The Hangover (Felekten Bir Gece) ile. Phil (Bradley Cooper), Alan (Zach Galifianakis), Stu (Ed Helms) ve Doug (Justin Bartha) bir araca doluşup Vegas'a "Bekarlığa Veda Partisi" için giderler. Evlenecek olan Doug'tur ve başına geleceklerden habersizdir. Tabii ki Vegas'ta içerler güzelce, eğlenirler ama ertesi gün uyandıklarında bir sorun vardır! Suit hiç de normal değildir ve kimse gece ne oldu hatırlamamaktadır. Hem de hiç bir noktayı. Daha kötüsü, Doug ortada yoktur nikah öncesi. Bu olayın aile tarafına yansımaması için her şeyi çözmeliler ve Doug'ı bulmalılar. Tabii ki banyolarındaki kaplan onları yemezse! Ha bir de bebek var...
İşte böyle onlarca bilinmeyenli bir senaryoyu iki gün öncesine gidip izliyoruz. Sondan başa doğru aksiyon filmlerine oldukça benzer bir kurgu yapısında ilerliyor film ama tek farkı komedi olması. Her sahnede bir ipucu yakalıyorlar bu üçlü ve o ipucunu takip ederek gece ne yaptıklarını araştırıyor. Bu sırada da tabii ki izleyenler gülme komasına giriyor çünkü film son derece komik. Yani "komedi görecelidir" iletisi burada işe yaramıyor. Bu film komik ve bu filme güleceksiniz. Çünkü her bir karakter son derece empatiye açık. Tüm karakter zemini çok iyi tasarlanmış ve kısa sürede kendisini çok iyi ifşa edebiliyor. karakterleri çok seviyorsunuz ve yaptıklarına gülüyorsunuz. Söylediklerine gülüyorsunuz. Özellikle de Alan'ın (sakallı olan) söylediklerine ve mimiksizliğine kopuyorsunuz. Filmin sonuna kadar da bir çok absürd karakter giriyor çıkıyor ve merak duygusu hep yukarıda tutuluyor. Hatta film bittikten sonra bile filmi bir kaç dakika daha izleyeceksiniz yani. Sakın sinemadan hemen çıkmayı düşünmeyin. Hem de bunlar filmi tamamlayan şeyler olduğu için "akan yazılarda gülen insanlar" olarak bir ilke imza atabilirsiniz.
Filmi daha fazla anlatmak spoiler'a neden olacak. Çünkü kendi içinde minik ama çok güldüren sürprizler barındırıyor ve filmin ne kadar iyi olduğunu anlatmak için bunları açıklamaya gerek yok. Ama bilmelisiniz ki bu filmin gidiş hattı genelde sizi ters köşeye yatırıyor. O yüzden "yönetmenin kendisini aştığını" düşünüyorum zira klişelerden sıyrılmış, Amerikan rüyasının diğer tarafını gösteren, biraz da alışkanlıklara değinen, kadınlara, Çinlilere ve polislere dokunduran, kökeninde aslında hiç de masum olmayan bir temel barındırıyor. Bu film çok düz de çekilebilirdi. Standart kurgu taktikleriyle de gülebilirdik ama asla bu kadar iyi olamazdı. Şu anda film 250 milyon dolarlık gişesiyle Amerika'da gelmiş geçmiş en çok gişe yapan 46. (zaten gişedeki başarısı ikinci filmin en büyük nedeni) film durumunda mesela. IMDB puanı inanılmaz yüksek ve yorumların %98'i olumlu. Eksiklikleri yok mu? Var tabii ki ama bu filmin asıl amacını yerine fazlasıyla getirdiği gerçeğini etkilemiyor; film salya sümük güldürüyor a dostlar kısacası. Film bir fenomene dönüşürse hiç mi hiç şaşırmayacağım. 8.8/10
31 Temmuz 2009 Cuma
Public Enemies ( Halk Düşmanları ) 2009
İlgili dönem tarihi içerisinde oldukça tartışmalı bir gangster olan John Dillinger’ın hikayesinin anlatıldığı filmde, ekonomik buhran yılarında özünde bir sistem eleştirisi ile banka soygunları yapan bir çetenin lideri olarak hem nalına hem mıhına vuruyor keseri. Bunu yaparken de tekrarlamak durumunda olsam da inandırıcılığından hiçbir şey kaybetmiyor. Modern bir “Robin Hood “ olarak algılayabileceğimiz Dillinger temelde halk düşmanı olarak lanse edilmiş olsa da eylemleri sayesinde halka asıl düşmanların kim olduğunu göstermektedir. Polis, mafya, banka ve devlet ekseninde sorguladığı konunun içinden layığı ile çıkan yönetmen bunu da Hollywoodvari olmayan bir yöntemle gerçekleştiriyor.
Filmin teknik başarısından ayrıca bir söz etmek gerekiyor. Neredeyse her sahnede farklı bir kamera tekniği ile çekilmiş olan film, çoğu sahnede sizi afallamış bir şekilde perdeye bakmaya mecbur kılıyor. Filmin aksiyon sahnelerinin başarısı ayrıca takdire şayandır. Belirteyim…
29 Temmuz 2009 Çarşamba
Time Crimes (2007)
Filmin İspanyol yönetmeni olan Nacho Vigalondo film içerisinde kendine rol de bulmuş. Yönetmenin kısa film deneyimleri ertesindeki ilk uzun metraj çalışması olarak ortaya çıkan “Time Crimes” zamanda yolculuk temelli filmler içerisinde oldukça başarılı bir yapım olarak karşımıza çıkıyor. Zamanda sadece 1 saat geriye gidilen filmde olay örgüsü oldukça başarılı olarak kurgulanmış. Tarzın meraklı takipçilerinin mutlaka izlemesi lazım diye düşünüyorum.
19 Temmuz 2009 Pazar
Departures (Okuribito
"Daigo’dur benim adım. Bir Japonum ve görmeye çok alışık olmadığınız erkek bir çellistim. Çello çalmayı çok severim. Çok yetenekli olduğumu düşünmüyorum ama gelişebilirim herkes gibi ben de. O yüzden zaten bu yüzellibin dolarlık çelloyu aldım! Sevdiğim şeylere değerini vermeyi severim. Bu benim doğamda var. Çello çalmayı babamın zoruyla öğrendim. Onun plaklarından klasik müzik dinlerdik ve bir gün boyum kadar çelloyla karşıma dikilmişti. Bu narin ellerle, ölü olan sesleri diriltmeyi, o acıklı hikayelerini insanlara dinletmeyi seviyorum. Bu da benim doğamda var…
Daigo’dur benim adım. Her insan gibi ben de “ölümü” düşünmezdim. Ölmeyecek gibi yaşardım. Etrafımdakilere ölmeyecek gibi bakardım. Patronum olan Ikuei ile değişti birçok şey hayatımda. İlk dokunduğu ceset olan eşi sonrası bu işe atılan bu adam, bana hayat ile ölüm arasında birçok şeyi anlamamı sağladı. Ölümün son olmadığına, başka bir boyuta açılan bir kapı olduğuna inanır oldum onun sayesinde. Yaşamak için öldürdüğümüz şu hayatta bazı şeyleri de daha lezzetli diye öldürdüğümüz bir gerçekti. Ölümle dalga geçilmezdi halbuki. Krematoride çalışan ve “Yak” tuşuna basan ve hamamda sık sık beraber keyif çattığım o adamın, aslında çok sevdiği o kadın, -aynı zamanda benim çocukluğumu hatırlayan o kadın- öldüğü zaman söylediği gibi; kimimiz o geçiş anındaki bir bekçiyiz sadece. Basit ama önemli görevlerimiz var burada. Sadece keyif alıp almadığımızdan, o işin eri olup olmadığımızdan emin olmalıyız.
Ve bir gün o not karşıma geliverdi. Yüzünü bile hatırlamadığım o adam, ki baba deniyordu onlara, ölmüştü. Eşyaları arasından çıkan adresimize ölüm iade belgesi gelmişti. Gidip alınması gerekiyordu. İstemiyordum. Zaten sevmiyordum bile. Hatta annemle beni ufacıkken bıraktığı için nefret bile ediyordum. Bir insan en değerli varlıklarını bu dünyada ne için, kim için bırakabilirdi ki? Daha iyisi için mi? O zaman bulmuş olmalıydı, madem bu kadar süre bize görünmediği için. Anlayamıyorum. Sekreterimiz her ne kadar bu “görünememe” kısmının büyük bir utanç ve cesaretsizlikten kaynaklandığını iddia etse de, böyle olamazdı. Bir baba oğlundan, hem de ufacıkken, çekip gidemezdi. Gitmişti bile ama… Yüzünü bile hatırlamadığım babama eşimin, patronumun, sekreterin de baskısıyla gitmeye karar vermiştim bile…
Yerde yüzü kapalı, cansız yatan bu adam benim babamdı. Saçlarına, sakallarına beyazlar düşmüş. Ufak odasında, arkasında sadece bir koli eşya bırakmış. Balıkçı kulübesinden öte değildi burası. “Daha iyisini bulmuş” derken bunu kastetmemiştim. Böyle hayal etmemiştim. Nefretim buna değildi. Bizi ne için terk etmişti ki? Hayatında başka kadın da yoktu. Bir cevap istemek çok şeydi artık sanırım. Yıllardır nefretle bastırdığım o baba özlemi, baba hasreti artık dinmiyordu; halbuki yeterince nefret edersem kül olur sanmıştım. Onu almaya gelen cenaze ekibi ona hakketmediği şekilde davranıyordu, o benim babamdı beyler!.. Herkesi kovduktan sonra, eşim yanımda, hiç tanımadığım insanlara yaptığım gibi onu ıslak bezimle sildim. Tıraş ettim babamı. O kadar yaşlıydı ki yüzü. Mutlu bir hayatı olmamıştı belli ki. Güzel kıyafetlerini de giydirdim. Anılarım canlanmaya başladı bir süre sonra. Kokusu bana bir şeyler çağrıştırıyordu. Kulağımda o acıklı çello melodileri… Ve şu elinden düşen pürüzsüz beyaz taş. EVET! Bunu ona ben vermiştim ufakken. İnsan insana konuşmadan da onu ne kadar sevdiğini gösterebilirdi. Bu pürüzsüz taşı avucuna alınca hissederdin ne demek istediğini. Bunu bana babam öğretmişti ve bunca yıl sonra o beyaz taş hala elindeydi. Onu sevdiğimi biliyordu. Ve o taş aracılığıyla da onun beni, her şeye rağmen, sevdiğini bilmemi istiyordu. Artık yüzünü de hatırlıyordum.
___________________
30 Haziran 2009 Salı
JUDE (1996)
Arada bir geriye gitmekten zarar gelmez diye düşünüyorum. 13 yıl öncesine gidiyoruz ve Amerikada yarım milyona yakın bir hasılat yapan Jude'un hazin öyküsünü tekrardan hatırlayalım istedim. İstedim çünkü araştırdığım kadarıyla, kalitesine göre oldukça underrated bir film kalmış kendisi. Ülkemizde de durum böyledir diyerekten, filmin üzerinden, biraz da spoiler vererek geçmek hoş olur diye düşündüm.
Jude, 1840'ta İngilitere'de doğmuş, Thomas Hardy'nin "Jude the Obscure" adlı romanından uyarlanmıştır. Thomas Hardy kimdir, nedir, buna değinmeyeceğim ama içinizi karartan, ağlatan, biraz verem eden eserleri olduğunu belirteyim. Bu türe ilginiz varsa ekstra olarak kendisine eğilebilirsiniz ama Jude da bu formatın dışında sayılmaz hatta bir hayli içinde sayılabilir.
Jude Fawler bir köylüdür. Köyde doğmuş köyde büyümüştür ama gözü her zaman daha yükseklerde olmuştur. Kas gücüne, el yeteneğine dayalı işlerle kendisini yorsa da kendi çapında Yunanca ve Latince'yi öğrenerek, bu dildeki eserlerle kendisini sürekli gleiştirmektedir. Asıl amacı Christminster'daki üniversiteye girmektedir ama henüz kör talihinden haberi yoktur.
Günün birinde, köyün ateşli kadınlarından Arabella ile beraber olur ve bu birliktelik onları evliliğe götürmüştür. Aslında ortada pek aşk hatta sevgi yoktur zira Arabella ona hamile olduğunu söylemiştir ama bunun bir yalan olduğunu ve onu terkettiğini Jude üzülerek öğrenecektir.
Artık başında bir kadın olmadığı için Jude, kendisini üniversitenin mekanına atar ve üniversiteye girme hayallerini devam ettirir. Bu sırada da şehirde Sue adlı (Kate Winslet) kuzeniyle tanışır. Güzelliğinden etkilenmiştir ve biz izleyiciler henüz ilk dakikadan Jude'un Sue'den hoşlandığını anlarız ama ortada bir sorun vardır: ikisi sonuçta akrabadır!
(Buradan sonrasında filmi izlemeyenler için spoiler'lar olacaktır)
Jude içindekilerini Sue'ye direkt olarak aktarmaz. Aktaramaz. Biraz utangaçtır biraz da umutsuzdur. Sue ise biraz daha çakal görünümdedir. Vurdum duymaz, hoyrat, hovardadır. Onun da öğretmen olmak gibi bir ideali vardır. Jude onu çocukken hocalığını yapan Phillotson'a götürür. Hocası Sue'ye yardım etmeye karar verir ve onu sınıf öğretmeni yapar şehirde. Her şey iyi giderken, Jude artık Sue'ye açılmaya karar vermeye başlarken Phillotson ile Sue'nin aralarında bir şey olduğunu görür. Bu ilişkiyi kendisinin başlattığına inamamaz ama durum budur. Hocası, Sue'ye yanıktır ve Jude'un pek de şansı yoktur. Zaten sue'nin de onu sevdiğinden haberi yoktur. Kuzne kuzen eğlenmektedirler ama kazın ayağı öyle değildir. Jude aşkını, sevgisini arkasına alarak çiftin şahitliğini bile yapar. Sevdiği kadını, eski hocasına adeta elleriyle vermiştir. Bu elbette Jude'u yaralamıştır ama öldürmemiştir. Sue de bir olay sonrası resmi olarak Jude'un kendisinden hoşlandığını hatta aşık olduğunu anlar ama ona gerçekleri söyler. Artık o evlidir.
jude uzaklara gider. Elinde Sue'nin "artık beni unut" mektubuyla. Jude gider ve gider. Ama zaman onlar için tersine akacaktır. Zaten yanlış ola nbir evlilik sonrası Sue bir yabancıdır o evde. Kocasını sevmez ve bu sırada Jude çıkagelir. Ve olaylar sıcaklaşır. Yakınlaşan kuzenler evden ayrılmaya karar verir ve Phillotson bunu zaten bildiğini, tahmin ettiğini söyler ve centilmen gibi eşine yol verir.
Artık beraberdirler. Güzel günler önlerindedir. Kavuşmuşlardırlar ama başka bir sorun vardır. Victoria dönemindeki toplumun baskısı, moderleşme süreci, etik değerler derken, kendilerini bir kaosun içinde bulurlar. İkisi bir birlerini çok seviyodurlar ama evliliğe daha doğrusu imzaya karşıdırlar. Her şeyin gönülde bittiğine inanmaktadırlar ve sırf toplum istiyor diye de evlenmeyecekledir. Evlenmezler de.
Günün birinde Arabella onlara filmin başındaki yalanın, aslında doğru olduğunu yani gerçekten de hamile olduğunu, o çocuğun da şu anda gemiyle babasına yollandığını bildirir. Arabella'nın kimseye bakacak durumu olmadığını bilen Jude da oğlunu yanına alır ve bakar. Çocuk jude'a çok benzer. Sessizdir, sakindir çok sevimlidir.
Bu sırada Jude'ta üniversiteye giriş iznini zaten alamamıştır. Çünkü zengin değildir ve asil bir aileden gelmiyordur. İdealleri, hayalleri askıdadır onun için ama aslında yok olmuştur sadece bunu kabullenemiyordur. Ailesini geçindirmek için Jude ağır işleri yapmaktan kaçınmaz. Üstüne de Sue'den iki dünya tatlısı çocuğu olur. Sürekli yer değiştirmek, sürekli iş değiştirmek zorunda olsalar da bir aile oldukları için bu onları mutsuz kılmaz.
ama artık toplumun baskısı artar, Jude ev ve iş konusunda sıkıntılar yaşar. Evinden olurlar ve yağmurlu bir günde çocuklarıyla valizleriyle gittikleri yeni şehirde bir oda ararlar. İnsanlar bu aileye odalarını vermezler, göz göre göre süründürürler. Jude soğukkanlılığını hiç bozmaz her zamanki gibi. Elbet bunu da atlatacaklardır.
Bir ihtiyar çift ilk önce yardım eder aileye ama daha sonra, gitmelerini ister, bebeğin ağlaması yüzünden. Arabella'dan oğul artık kafasının çalıştığı yaşlardadır. Ortancası da 4 yaşında, en ufağı da beşiktedir. Abilik yapmaktadır Little Jude. ama bu olaya morali bozulur. Babası gelir anlatır durumu, suçluluk duymasını istemez, onları istememelerinin nedeni kendisinin değil, kalabalık, çok fazla olduklarından dolayıdır. Little Jude ikna olmuştur ve yatar. Ertesi gün olur ve Jude Sue ile iş aramaya çıkar. İşi kapar Jude, sevinirler öpüşürler, kazanacakları parayı nasıl yiyecekleri hayalleriyle eve gelirler.
Biraz sessizdir ev. Sue odaya baktığında durur, donar. Jude odaya girdiğinde ise artık gözler taşmaya başlar. Little Jude kendisini asmıştır. Boğulmayla morarmış ve dili dışarıdadır. Babası hemen ipi çözer ve yatırır masaya. Oğlu artık ölmüştür. Etrafa gözlerini gezdirdiğindeyse diğer çocuklarını görür. ama cansınsız hallerini. Little Jude her iki bebeği de boğmuştur. Beşikteki yavru dahil. Ve duvardaki o Little Jude'un bıraktığı yazıyla hıçkırıklar sel olur, filme mola verilir: DONE BECAUSE WE ARE TOO MENNY ("öldük çünkü çok fazlayız" diye çevrilebilir ama menny macarca da Cennet de demektir)
Sue kafayı yemek üzeredir. İki canı öldürülmüştür. Hem de resmi olmayan kocasının oğlu yüzünden. Sue Jude'tan ayrılır. Onunla yaşayamayacaktır. Hi çbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Her şey değişmiştir. Sue jude'u hala çok sevse de kendisi uzaklara atmakta kararlıdır ama jude da aşkından vazgeçmeye pek kararlı değildir ama yine de bu gidişe engel olamaz.
Bir noel günü çocuklarının mezarında karşılaşıtlar eski çiftler. Sue iyi gözükse de Jude hiç öyle değildir. Hatta ölmüş de dirilmiş gibidir. Hala jude ile beraber olmak istemektedir. Sue de öyledir ama sevmek, aşık olmak yeterli bir neden değildir artık. Sue derin bir öpüşmeden sonra ağlayarak, bir zamanlar resmi olmayan eşinden kaçarcasına gider. Arkasından baka kalan Jude ta hafızalardan asla silinmeyecek son lafını Sue'ye haykırır: 'We are man and wife, if ever two people were on this earth!
(Bu dünyada karı-koca olan birileri varsa onlar bizdik!)
__________
Şüphesiz ki filmin en kırılma noktası o ölü çocukların bulunuş sahnesi, hatta o kadar rahatsız edici ki herkese önermiyorum. Muhtemelen aklınızdan zor çıkacaktır o travma. Hele ki biraz empati yapan bir izleyiciyseniz kendi çocuğunuz ölmüş kadar üzülebilirsiniz o yüzden dikkatli olmakta fayda var ama filmin geri kalanı da aynı derecede depresif. Ağır iş hayatı, farkilik, baskı, etik değerler, aşkın cezalandırılması, modernleşme uğruna insanların nelerden vazgeçirildiği, nelerden koparıldığı, nelere zorla hayalkurulması, dönemin sorunları, kadın erkek ilişkileri, sancılar derken kendisi bir paket sigarayı tüketmiş bulabilirsiniz. Ama buna kesinlikle değer. Harika bir yapıtın harika bir uyarlaması (her ne kadar sonu farklı olsa da). Es geçmişseniz, öneririm. 7.5/10
Kitabı e-book olarak okumak için TIKLAYINIZ.
24 Haziran 2009 Çarşamba
X-Men Origins: Wolverine
Popüler sinema terminolojisinin en şatafatlı terimi olan "blockbuster" ünvanı da 75'te - kendisi de bir roman adaptasyonu olan - Jaws için kullanıldığından kısa bir süre sonra 78'de çekilen Superman ile birlikte adına yaraşacak daha renkli sayfalar bulmuştur.
Duyurulan filmlerden ilk yapımına başlananın Wolverine olması elbette şaşırtıcı değildi. Dünyanın en çok sevilen anti-kahramanlarından olan "kötü çocuk" - tevellüt bazında değil de hâl ve tavırdan ötürü diyelim - imajlı , adamantium kaplamalı, haşin maço Wolverine elbette tüm X-Men ekibi içerisinde kendi filmini hakeden ilk karakterdi. Tabii bu tercih biraz da sinemaya uyarlanan X-Men karakterlerinin beyaz perdeye aktarımı yörüngesinde gelişen "zorlama" bir sonuç. Cyclops'u bile Wolvie'nin kum torbasından hallice bir role oturtmayı uygun gören Fox Entertainment, Wolverine karakteri sayesinde uluslar arası üne kavuşan Hugh Jackman'ı elbette bir yaz blockbuster'ıyla şımartacaktı, hele ki Jackman'ın kendi yapım şirketiyle bu projeye para dökmeye bu kadar meraklı olduğunu gördükten sonra.
23 Mayıs 2009 Cumartesi
Kan Kitabı - Book of Blood
İngiltere'den çıkan iyi bir korku-gerilim filmi en son zaman izledim, tam hatırlayamıyorum ama açıkçası Kan Kitabı - Book of Blood adı, ilk duyduğumda beni bir hayli heyecanlandırmıştı. Fragmanı da izlediğimde "Aha, sanki bu kötü talih sona erecek" dedim içimden. Ünlü bir yazarın, ünlü bir kitabı filme "yansıtılmış" gibiydi. Ne Clive Barker, ne S. King, filmleri gördük, kötü ötesi filmlerdi büyük çoğunluğu, hatta ne Lovecraft filmleri GÖREMEDİK... Kabul etmek gerekir ki, bu üstadların kitapları sinema salonuna 1.5 saatte aktarılmıyor. Book of Blood buna bir son verecek miydi acaba?
Filmimiz gayet güzel başlıyor aslında. Eğer kitabı hiç okumamışsanız, neler oluyor, karakterin derisi neden böyle, neden kaçırılıyor, neler diyor bu deli, pek bir anlam veremiyorsunuz ve hikayenin başına dönüp sona doğru ilerliyorsunuz. Simon adlı gencin bir takım paranormal güçleri vardır ve Mary adındaki üniversite öğretmeni de bu evle, gizemiyle ve ötesi hakkında araştırmalar yapıp yazmaya kararlıdır. Simon'ın da bu güçlerinden faydalanmak isteyecektir. Evde ise filmin hemen başında gördüğümüz oldukça sert bir cinayet(!) işlenmiştir. Kim tarafından? Neden? Bir çok soruyla film ilerler ve ilerler.
Karakterlerin geçmişleri hakkında bize pek bir bilgi vermiyor film. Bu yüzden biraz havada kalıyor her şey. Karakterler her an her şeyi diyebilecek, yapabilecekmiş gibi izliyoruz. Bu da bizi "kesin burada bir hinlik var" dedirtiyor ve bunda da haklı çıkıyoruz. Senaryoda dikkatsiz izleyicilerin ters köşeye yatabileceği bir kaç nokta var. Kitapta bu kısımları okuduğunuzda çoğuklukla ters köşeye yatıyorsunuz, yatmak zorundasınız çünkü o bilgiyle desteklenen bir çok şey sunuluyor. Filmdeyse böyle bir şey yok. En fazla 10 dakika sonra gerçeklerle yüzleşiyorsunuz haklı olarak. Kısacası film kitaba nazaranla çok ama çok zayıf. Tam değil yarım anlamıyla bile yansıtılamamış.
Oyunculuk desek zaten vasat. Simon karakterini oynayan Jonas amstrong çok kötü oynuyor gerçekten. Zaten bir kaç dizide bir kaç bölüm tecrübesi olan birinden öte değil kendisi. Final hariç kendisini hiç beğenmedim diyebilirim. Mary rolündeki Spohie Ward ise Simon'dan daha iyi olarak ekrana yansıyor. Onlarca yapımda rol almış kendisi. 45 yaşında olmasına rağmen tüm güzelliğini çekinmeden göstermiş izleyicilere.
Birkaç twist, bir kaç "bööö" tarzı yerinden hoplatma efekti, bir kaç da kanlı sahneye yem olacak kadar tecrübeliyiz biz Dünyalılar. Yıl 2009 olmuş, artık bu tip filmlerin daha farklı yöntemlerle, daha farklı düşünebilen yönetmenlerle, en azından süre kaygısı olmadan çekilmesi gerekiyor. Eğer çekilemiyorsa da yazarların isim haklarını bu yönetmenlere (ki John Harrison'dur bu filmde. Day of the Dead'in müziklerini yazmıştır) vermemesi gerekiyor. Bırakalım biz bu eserleri iyi hatırlayalım. İyi filmde tek olması gereken şey dijital efektler değildir sonuçta. Hellraiser, Candy Man veya Misery'nin harika filmler olması, bilgisayar mucizesi değildi hak verirsiniz ki...
"DVD'si çıktığında, evde ışıkları kapatıp büyük beklentiler içerisine girmeden izlenebilecek bir film" rafında Book of Blood itinayla yerini alıyor böylece. Teşekkürler Clive Barker!!! 5.5/10
28 Nisan 2009 Salı
13. Gün (2009)
Filmimize gelirsek, bir remake yani yeniden çevrim. 1980'de başlayan Friday the 13th (13.Cuma olan filmi de 13.Gün oldu, hadi bakalım) serinin ilk dört filminin harmanlaması ile Jason'ın köklerine dönüş yapıyoruz. Jason'ı bilmiyorsanız; kendisi yüz olarak defarmasyona uğramış ve ufak yaşında annesinin kafasının kesilişini gözleriyle görüp insanoğlunu doğramaya yemin etmiş bir hilkat garibesidir. Tabii sinemada bu tip işlerin para getirmesi için farklılıkların olması şarttı; Jason da acınanacak bir durumda değil, direkt aşırı gelişmiş kaslarıyla, muazzam gücüyle ve mekan bilgisiyle, sessizliği, kurnazlığıyla sektöre girmiş, her filmde de on milyon dolarlarca gişe yapacak filmlere imza atan karakter olmuştu. Para kazandırdığı bir gerçek ama 2009 yapımı filmi maalesef oldukça kötü bir film. Producer'lardan biri Michael Bay bile olsa film, tutulduğu yerden elde kalıyor.
Cem Yılmaz'ın da anlattığı ve hepimizin de bildiği korku filmi klişeleriyle açılıyor film. Çılgın gençlik Kristal Gölü'ne kampa gelir, sevişir ve vahşice öldürülür Jason tarafından. Bu giriş kısmında seriye yeni girecek olanlar da bilgilendirilir ve biraz hop oturup hop zıplatılır. Sonra bu giriş, asıl filme konu olacak diğer kamp gençliğine yataklık eder. Girişte öldürülen grupta olan bir kızın ağabeyi kardeşini aramak için yola çıkar ve olaylar tam da tahmin ettiğiniz gibi gider.
Ekranda kan görme, insan öldürülmesini izleme, vahşet, bu tip öğeler artık sinemanın bir gerçeği. İnsanoğlunun en eski isteklerindendir bunlar ama ben Fransız, İspanyol veya Japon korkusunu artık Amerikan korkusuna tercih ediyorum. Slasher filmlerini bile artık yapamıyorlar. Her ne kadar Friday the 13th 90 milyon dolarlık hasılata erişse de, kesinlikle zaman kaybı bir film.
Korkutma, germe işi genelde kadraj dışından aniden ekrana çıkan ve yüksek tonlu ses efektleriyle yapılıyor. Tabii ki bu numaralardan etkileniyorsunuz, eliniz ayağınız oynuyor ama film akmıyor. Resmen son ana kadar olduğu yerde bekliyor. Planlar eskiye oranla daha iyi çekilmiş ve efektler harika, ona lafım yok (özellikle girişteki kamp ateşi efekti inanılmaz gerçekçi) ama artık doyurmuyor bu filmler. Burası da bir gerçek. Belki modernize edilmiş ama retro kokan "yeni öldürme çeşitleri" biraz dikkatinizi çekebilir, ama biraz. Jason'ın odası, mahzeni, hokey maskesine kavuştuğu bölümler filan vasatı aşamıyor... Bunun haricinde 1.5 saatinizi harcayacak daha güzel filmler mevcut vizyonda. Eğer vizyonda izleyecek filminiz kalmamışsa veya sinema salonuna ihtiyacınız varsa (!) eh, siz bilirsiniz tabii ki. 5.2/10