17 Şubat 2009 Salı

Selim Evci'yle İki Çizgi üstüne röportaj

"Ben bir hikayesi olan herkesin film çekmesinden yanayım. Bu bir zenginlik, asla kirlilik değil!"


27 Şubat 2009 tarihini bir yere kayıt edin... O gün, yüzlerce salonda olmasa da, İki Çizgi (Two Lines) Türk izleyicisiyle buluşacak. Şu ana kadar yerli yabancı basından gayet olumlu eleştiriler alan filmin yazar-yönetmeni, bağımsız sinemacı Selim Evci ile hoş bir röportaj yapma şansı elde ettim. Paylaşayım istedim. Afiyet olsun :)


Volkan: 27 Şubat'ta ilk uzun metrajlı filminiz, İki Çizgi vizyona girecek hepimizin bildiği gibi. Tarifi zor bir duygu olduğunu biliyoruz ama yine de Selim Evci, vizyon tarihine bir kaç hafta kala neler hissediyordur, neler yaşıyordur, bilmek isteriz.




Selim Evci: Evet, bugün itibariyle tam iki hafta kaldı. İki Çizgi benim için yıllar öncesinden başlayan bir serüven, yani İki Çizgi’yi ilk kez düşünmeye başladığımda bugünü nasıl yaşayacağım çok net değildi gerçekten. Fikri seyirciye ulaştırmak çok güzel bir duygu, heyecan verici. Umarım seyirci sinema salonundan çıktığında "İyi ki izlemişim" der.



Şu güne kadar İki Çizgi hangi ülkelerde hangi festivalleri ziyaret etti? Bu yerlerden nasıl tepkiler aldınız? Eleştirmenlerin ortak paydası ne yöndeydi ve bunlar sizi nasıl etkiledi?



20’ye yakın ülkede festivaller aracılığıyla gösterildi. En önemlileri Venedik Film Festivali ve Rotterdam Film Festivali'ydi. Bunların dışında Arap Ülkeleri, Uzak Doğu, Güney Amerika da gösterildi. Mart ayında Afrika'da bir festivalde gösterilecek. Filmle ilgili okumalar genelde olumluydu. Ortak nokta için şunu söyleyebilirim; filmin Türkiye’den gelen diğer filmlerden ayrıldığını İki Çizgi’nin kent insanının yaşamına pencere açmasının farklı bir yanı olduğunu çok fazla duydum. Genelde Türkiye’den daha otantik filmler izliyorlar sanırım, sınıf atlamaya çalışan ya da kente uyum sağlamaya çalışan karakterlerin hikayeleri... Gelen eleştiriler bende mutlaka bir tortu bırakacaktır ve sonraki çalışmalara yansıyacaktır.


Türkiye'de, özellikle de metropol şehirlerimizde gözle görülür bir "kısa filme rağbet" söz konusu. Festivallerin ve katılımcıların sayısı da bunu destekler nitelikte. Bu artışın asıl nedenini neye bağlıyorsunuz? Ve bu artışın meyvelerini Türk sineması sizce (ortalama olarak) kaç yıl sonra yemeye başlayacaktır?


Kısa film, sinemanın kaynama noktası; çok önemli bence. Son dönem ilk uzun filmlerini çeken yönetmenlerin çoğunun ciddi bir kısa film geçmişi olduğunu söyleyebiliriz. Bu rağbet, bu ülkede bir şeyler anlatmak isteyen insanların çokluğunu gösteriyor bence. Buna paralel anlatılacak, anlatmamız gereken çok fazla hikaye de var bu coğrafyada. Bence meyvelerini yemeye başladık, daha da artacak bu. Ben bir hikayesi olan herkesin film çekmesinden yanayım. Bu bir zenginlik asla kirlilik değil, filmlerin bir belge tarafı da ayrıca zamana tanıklık etme meselesi.



Hem bağımsız, hem de genç bir senarist-yönetmensiniz. Türk sinema camiasındaki zorluklaklar nelerdir? Bunların çözümü için nelerin oluşturulması veya yok edilmesi gerekiyor, biraz özetler misiniz?


Bağımsız olmasaydım film yapmanın hiçbir anlamı olmazdı benim için. Sadece para kazanmak için film yapmak, ticari bir mal ortaya koymak istemem. Şu anda da film yapmanın, para kazanma tarafını değil hatta para harcama tarafını daha fazla yaşıyorum. Fakat bir hikayeyi anlatmayı, hayata , kendime olan borcumu ödemek gibi görüyorum. Eğer İki Çizgi’yi çekemeseydim depresyona girerdim, çektim rahatladım. Dolayısıyla zorlukların pek fazla önemi yok. Parayı başka yerden kazanıp film yapmaya harcayabilirim önemi yok. Paradan bahsediyorum çünkü film çekmenin zorluğu deyince maalesef akla ilk para geliyor. Ama isterseniz her şeyin üstesinden gelebilrisiniz. İki Çizgi’de olduğu gibi sadece bir kadın bir erkek ve bir araba ile doğal bir platoda (doğanın kendisi) geçen bir film yazarsınız maliyetiniz azalır. Bunlar anlatmak istediğiniz mesele için engel olmaz. İmkanlar azaldığında yaratıcılık artar.



İsmi lazım değil, sinemaya bir şey katmayan, gayet özentisiz ve samimiyetsiz olarak vizyona girip milyonlara ulaşan filmlerin yanında, arthouse altında değerlendirilen, dünyaca ünlü festivalleri sallayan ama ülkemizde hiç gişe yapamayan, böylece bir ayı bile doldurmadan vizyondan kalkan filmlerimizin arasındaki uçurumu neye bağlıyorsunuz? Türklerin sinema zevkinde bir sorun olduğunu düşünüyor musunuz?



Filmi yapraken bunun hesabını yapmadım. Seyirci neden şu filmlere gidiyor diye de özel bir derdim yok, bu zaman kaybı olur. Ben sadece seyircinin bahsettiğin diğer filmlere gitmeyerek kocaman bir dünyayı kaçırdığını düşünüyorum. Sinemada çok daha büyük hazların peşine düşmek konusunda sadece önerim olabilir, bunun ötesinde kimseye bunu izleme deme hakkım yok. Bir filmde seyrci 90 dakika gülebilir, oysa o pek fazla gidilmeyen diğer filmlerden sonra hayatınız değişebilir. Karar seyircinin...



Üç Maymun ile bu sene Türkler Oscar'a bir adım daha yaklaştı ama direkten döndü diyebiliriz. Önümüzdeki yıllarda sizce tablo ne olur? Selim Evci Kodak Theater'da yer almak ve ödülle dönmek ister mi?


Cannes’daki En İyi Yönetmen ödülü, en az Oscar’a aday olmak kadar önemli. İyi filmler yapmaya devam etmemiz gerekiyor. Dünya sinemasının son dönem parlayan yıldızı olarak görülüyor Türk sineması; bunun daha da ileriye gitmesi iyi olur. Kodak Theater ile ilgili soruyu cevaplamayayım, sihri bozmayalım derim...


Sadece üreten bir sinesever değilsiniz. Bilginizi paylaşmaktan zevk aldığınızı en azından ben biliyorum :) Şu güne kadar hangi kurum ve kuruluşlarda, öğrencileriniz oldu, olmaya devam ediyor? Eğitim verme süreci daha devam edecek mi?

Teşekkür ederim :) Öğrencilere bir şeyler aktarmak da çok keyifli. İFSAK’ta bir atölyem var, Maltepe ve Beykent üniversitelerinde ders veriyorum. Bunun dışında özel bir atölye açma gibi bir planım var önümüzdeki günlerde, bununla ilgili gelişmeleri http://www.evcifilm.com/ dan takip edebilirsiniz.


Selim Evci'nin önümüzdeki projeleri neler olacak?

İki Çizgi aslında iki hikayeden oluşuyor, bir ikinci senaryo hazır. Fakat şu günlerde üzerinde keyifle çalıştığım bir üçüncü senaryom var buna öncelik vereceğim galiba.


Okuyucularımız İki Çizgi'yi izlemeden önce onlara film hakkında veya sinema hakkında son olarak ne söylemek istersiniz?



İki Çizgi’de seyirci koltuğuna oturup sadece ona anlatılanları dinlemiyor, kendi fikrini sorgulamasını ortaya koyuyor bu sorgulamanın bir fikir noktacığı bıraktığını düşünüyorum. Filmin etkisinin 90 dakika ile sınırlı kalmadığını söyleyebilirim... Filmde karakterlerin yeniden tanımlanmasını ya da bunun çabasını görmek mümkün. Bu durumun seyircide olumlu yönde bir kafa karışıklığı bırakacağını düşünüyorum.

Bir de mutlaka izlesinler ki daha sonra üzerine uzun uzun konuşabilelim : ))


Teşekkürler.

Ben teşekkür ederim...
______________________________________
VİZYON TARİHİ: 27 ŞUBAT
İNTERNET SİTESİ: http://www.ikicizgi.com/
FRAGMAN-KAMERA ARKASI-SOUNDTRACK ve BİRÇOK FOTOĞRAF İÇİN "TIKLAYIN"
(Not: Röportajı sitesinde yayımlamak isteyenlerin "kaynak" belirtmelerini de rica ederim)

8 Şubat 2009 Pazar

The Reader (2008)

Kate Winslet! Gel evimin hanımı çocuklarımın anası ol! GERÇEKTEN! Seviyoruz seni... Kate ablamızdaki doğal güzellik Hollywood'ta çoğu kadında yok. Bu bir gerçek. Kadın da bu doğal güzelliğini iyi kullanıyor. Öyle kokoş kıyafetlerden kaçınıyor, ağır makyaja gerek duymuyor. Gayet sade ve alımlı bir surata sahip ve mimikleriyle konuşmayı iyi biliyor.

The Reader'dan önce bu özelliklerinin çoğunu Revolutionary Road'ta görmüştük. Görmediğimiz şeyse Kate'in çıplak bedeniydi. The Reader'ın film çıkmadan sükse yapmasının nedeni de işte bu artı puandı: KATE SOYUNMUŞTU! Tabii ki her yere haber oldu, özel sahnelerden oluşturulmuş klipler döndü ve nihayetinde Kate Altın Küre'den fazlasıyla karlı olarak geri döndü. Her iki filmde de döktürüyor kendisi ama The Reader'da ayrı bir "döktürme" söz konusu.

Kate, filmde Hanna adında Alman bir kadını canlandırıyor. Geçmişini çok az biliyoruz. Filmin kitaptan uyarlanmasındaki ilk cesareti buradan görüyoruz çünkü filmin henüz başında karşılaştığımız bu kadın kimdir, necidir, bilmiyoruz. Zaten bilmemiz de gerekmiyor.

Michael ile Hanna'nın hikayesi, minik bir iyilikten sonra başlıyor. 15 yaşındaki Michael, daha önce hiç bir bayanla beraber olmamıştır ama Hanna'ya tutulmuştur (ki Hanna orta yaşlarındadır). Kısa bir süre sonra da Hanna ile aralarında keskin bir ilişki başlayacaktır. Hanna gerçekten aşık mı olmuştur yoksa zevkleri uğruna Michael'ın hormonlarını mı kullanıyordur, burasını filmi izleyince kendiniz görmelisiniz. Konu hakkında söylenecek şeyler harika şeyler değil aslında. Sadece ilginç. İnişi çıkışı pek yok. Orta tempoda ilerliyor, twist söz konusu değil ama etkileyici kısmını doğallığında gösteriyor. Film zaman olarak 2'ye bölünmüş durumda (aslında üç ama üçüncüsü üzerinde pek durulmuyor). İlk zaman diliminde 15 yaş döneminde Michael'in Hanna'ya kitap okuyuşu, Hanna'nın bunu benimsemesi, ikinci etapda da Hanna ile Michael'in aralarındaki ilişkinin yaş farkından dolayı ortaya çıkan derin izlerin ekrana yansımasını izliyoruz. Tabii ortada bazı sırlar var. Bunların neler olduğu filme güzelce yedirilmiş.

Stephen Daldry gayet temiz bir yönetmenlik ortaya koymuş. Sert sahnelerden kaçınmamış, "fazlalığa" hiç bulaşmadan anlatmak istediğini en çarpıcı planlarla göstermiş. Sansürsüz. Tabii bu emeğinin ona Oscar getireceğini sanmam ama 10 yıllık yönetmenlik kariyerinde çok iyi bir adım atmış.
Son paragrafı da Ralph Fiennes'e ayırmak isterim. The English Patient'ı (İngiliz Hasta, 1996) geçtim, The Constant Gardener'da (Arka Bahçe, 2005) beni feci büyülemişti abimiz. İnanılmaz dramatik mimiklere sahip. Hiç konuşmasa bile ne anlatmak istediği anlaşılıyor. Bu sene oynadığı bir diğer film olan ve tarz bakımından The Reader ile olduça farklı kulvarda olmasına rağmen In Bruges'ta da çok iyi bir performans çıkarmıştı. Yine o hüzünlü yüzünü The Reader'da geri getirmiş Ralph. Filmin son sahnelerinin birinde Hanna'nın odasındaki hal ve hareketleri gerçekten görülmeye değer. Biraz sulu göz erkekleri dahi ağlatacak cinsten.
Kötü olmayan insanların da kötülük yapabileceğine dikkat çeken The Reader'daki mini, sıradışı ve çarpıcı aşk hikayesi, bence görülmeye değer. Mart sonunda vizyona girecek filmi şimdiden izlenecekler listenize almanızı öneririm. 8.0/10

6 Şubat 2009 Cuma

Revolutionary Road

Hollywood starı olduğunuzu düşünün. Batan geminin yüzeye çıkan iki değerli yadigarısınız ve sizi bekleyen milyonlara bir tokat indirmek istiyorsunuz. Karşınızda bunu gerçekleştirmek için size yön verecek oldukça iyi ve nam salmış bir yönetmen ve iyi bir de senaristiniz var. Eşlik edecek oyuncular da tam istediğiniz gibiler. Nasıl bir filme dönüştüğünden kısaca bahsetmeliyim.

Frank ve April Wheeler çifti, iki çocukları ile beraber Revolutionary Road’daki evlerinde, deyim yerindeyse, zaman öldüren bir çifttir. Frank sevmediği bir işte 10 saat çalışan bir baba, anne april ise şanssız demekte fayda gördüğüm bir aktristir. Her ikisi de asıl yapmak istedikleri şeyler konusundaki fikirlerini çarpıştırırken, es geçtikleri şeyin ne olduğunu bulmakta zorlanmayacaklardır.

Filmin ağır temposu kendisini son 45 dakika içine saklamış belli ki. İnanmalısınız ki bahsettiğim dakikalar sinema olmaktan çıktı gözümde. Dişlerimi sıktım, yüzümü buruşturdum, en çok da kasıldım diyebilirim. İnanılmaz oyunuculuğu ile Kate Winslet sayesinde zirve yaptı film. İzleyenlerin göreceği çat kapı misafirlik sahnesi birkaç kere daha izlenmeyi hak ediyor.Filmimizin delisinin!!! önemli performansına da ayrıca dikkat çekilmeli.Michael Shannon gerçekten klastı. Leonardo Di Caprio diğerlerinin yanında biraz sönük kalmş desek ve geçiştirsek yeterli sanırım.

Ama asıl alkışlar en çok da Kate Winslet için gelmeli.Karakterin duygu geçişlerini mimiklerinde bu kadar net hissettirebilen oyuncu gerçekten nadir bence.Ne kadar yetenekli bir oyuncu olduğunun bariz ispatlarından birisi.

Alttan alta sorgulanan konulara ilişkin yapılan göndermeler ve geçişler de oldukça başarılı. Modernizmin ağır bir de eleştirisi var ayrıca bünyesinde. Dönemi iyi yansıtan sade planlar ve abartılı ışık oyunları ile de bir geçer not daha alıyor gözümde. Ve en büyük tokatını da sonunda atıyor size.( Tokadı twist şeklinde kullanmak yerine, size oda hapsi vermesi gibi algılayın lütfen!.)

Bittiğinde, nefes alamaz halde bulduysanız kendinizi, muhtemelen artık siz de filmin karakterlerinden biri oldunuz demektir. Wheeler çiftinin nevrotik, zamansız çıkışları ve belirsiz hayallerinde siz de bir parçasınız artık.

Hayallerinin gitgide kendilerini bilediği bir hayatta, yeni bir şeyler yakalama çabasına ilişkin bir film bu. Kazanacaklarınızın, kaybedeceklerinize olan izansız oranını bilemeden, gerçekleşmesi için çabalanan bir yaşama güdüsünün kimi zaman paramparça kimi zaman tümleyici tasviri bu film. Kaçırmayın…