8 Şubat 2009 Pazar

The Reader (2008)

Kate Winslet! Gel evimin hanımı çocuklarımın anası ol! GERÇEKTEN! Seviyoruz seni... Kate ablamızdaki doğal güzellik Hollywood'ta çoğu kadında yok. Bu bir gerçek. Kadın da bu doğal güzelliğini iyi kullanıyor. Öyle kokoş kıyafetlerden kaçınıyor, ağır makyaja gerek duymuyor. Gayet sade ve alımlı bir surata sahip ve mimikleriyle konuşmayı iyi biliyor.

The Reader'dan önce bu özelliklerinin çoğunu Revolutionary Road'ta görmüştük. Görmediğimiz şeyse Kate'in çıplak bedeniydi. The Reader'ın film çıkmadan sükse yapmasının nedeni de işte bu artı puandı: KATE SOYUNMUŞTU! Tabii ki her yere haber oldu, özel sahnelerden oluşturulmuş klipler döndü ve nihayetinde Kate Altın Küre'den fazlasıyla karlı olarak geri döndü. Her iki filmde de döktürüyor kendisi ama The Reader'da ayrı bir "döktürme" söz konusu.

Kate, filmde Hanna adında Alman bir kadını canlandırıyor. Geçmişini çok az biliyoruz. Filmin kitaptan uyarlanmasındaki ilk cesareti buradan görüyoruz çünkü filmin henüz başında karşılaştığımız bu kadın kimdir, necidir, bilmiyoruz. Zaten bilmemiz de gerekmiyor.

Michael ile Hanna'nın hikayesi, minik bir iyilikten sonra başlıyor. 15 yaşındaki Michael, daha önce hiç bir bayanla beraber olmamıştır ama Hanna'ya tutulmuştur (ki Hanna orta yaşlarındadır). Kısa bir süre sonra da Hanna ile aralarında keskin bir ilişki başlayacaktır. Hanna gerçekten aşık mı olmuştur yoksa zevkleri uğruna Michael'ın hormonlarını mı kullanıyordur, burasını filmi izleyince kendiniz görmelisiniz. Konu hakkında söylenecek şeyler harika şeyler değil aslında. Sadece ilginç. İnişi çıkışı pek yok. Orta tempoda ilerliyor, twist söz konusu değil ama etkileyici kısmını doğallığında gösteriyor. Film zaman olarak 2'ye bölünmüş durumda (aslında üç ama üçüncüsü üzerinde pek durulmuyor). İlk zaman diliminde 15 yaş döneminde Michael'in Hanna'ya kitap okuyuşu, Hanna'nın bunu benimsemesi, ikinci etapda da Hanna ile Michael'in aralarındaki ilişkinin yaş farkından dolayı ortaya çıkan derin izlerin ekrana yansımasını izliyoruz. Tabii ortada bazı sırlar var. Bunların neler olduğu filme güzelce yedirilmiş.

Stephen Daldry gayet temiz bir yönetmenlik ortaya koymuş. Sert sahnelerden kaçınmamış, "fazlalığa" hiç bulaşmadan anlatmak istediğini en çarpıcı planlarla göstermiş. Sansürsüz. Tabii bu emeğinin ona Oscar getireceğini sanmam ama 10 yıllık yönetmenlik kariyerinde çok iyi bir adım atmış.
Son paragrafı da Ralph Fiennes'e ayırmak isterim. The English Patient'ı (İngiliz Hasta, 1996) geçtim, The Constant Gardener'da (Arka Bahçe, 2005) beni feci büyülemişti abimiz. İnanılmaz dramatik mimiklere sahip. Hiç konuşmasa bile ne anlatmak istediği anlaşılıyor. Bu sene oynadığı bir diğer film olan ve tarz bakımından The Reader ile olduça farklı kulvarda olmasına rağmen In Bruges'ta da çok iyi bir performans çıkarmıştı. Yine o hüzünlü yüzünü The Reader'da geri getirmiş Ralph. Filmin son sahnelerinin birinde Hanna'nın odasındaki hal ve hareketleri gerçekten görülmeye değer. Biraz sulu göz erkekleri dahi ağlatacak cinsten.
Kötü olmayan insanların da kötülük yapabileceğine dikkat çeken The Reader'daki mini, sıradışı ve çarpıcı aşk hikayesi, bence görülmeye değer. Mart sonunda vizyona girecek filmi şimdiden izlenecekler listenize almanızı öneririm. 8.0/10

1 yorum:

Adsız dedi ki...

bu film gösterime girer girmez izleyeceğim, kate winslet'ı ailece seviyoruz:)