11 Eylül 2009 Cuma

Män som hatar kvinnor


The Girl with the Dragon Tattoo olarak da ayrı bir ingilizce adı var filmin.Belirteyim...

Film, İsveç’li yazara ait “Millenium” adlı bir üçlemenin ilk kitabının uyarlaması. Stieg Larsson imzalı serinin ilk kitabı olan “The Girl with the Dragon Tattoo” ile elde ettiği başarıyı hiç göremedi zira kitapları henüz basılamamışken vefat etmiştir. Ölümünden sonra bir araya getirilen eserleri çok daha fazla sayıda olacakken ancak üç kitapta kaldı.( Serinin 11 kitap olması düşünülürken zamansız vefatı sebebi ile ancak bu kadarı basılabilmiş.) İngilizceye çevrilirken de Girl with the dragon tattoo gibi bir isimle yayımlanmış.(Enteresan ama gereksiz bir çeviri.)Neyse kitapları ile inanılmaz bir başarı elde eden Larsson, best seller olmasının yanı sıra çok başarılı “page turner” olarak da görülmekte. Zira kitapları birkaç gün içerisinde bitirilmekte. Bu konuda cidden başarılı olduğunu bildirmeliyim. Thriller okumayı sevenler mutlak surette göz atmalı diyerek filme döneyim.


Gazeteci Mikael Blomkvist siyasi bir skandalı ortaya çıkarmaya çalışırken olaylar tersine döner ve hapis cezasına çarptırılır. Bu bozgun sırasında Vanger ailesinin üyelerinden olan Henrik Vanger oldukça gizemli bir olayın çözümü için gazetecimize ulaşır ve 40 yıl öncesinde garip bir biçimde ortadan kaybolan yeğeni Harriet Vanger hakkında bir araştırma yapmasını ister. Oldukça uzun bir süre açığa çıkarılmaya çalışılmışsa da başarılı olunamamış bu gizemli öykü daha ilk dakikalardan hem seyirciyi hem de Blomkvist’i içine çeker. Hikayenin bu gidişatı içerisinde kendisinden bahsedilmeden geçilemeyecek karakter Lisbeth Salander olaya dahil olur. Lisbeth Asperger sendromlu biridir ve özel bir güvenlik firmasına hackerlık ve üstün araştırma kabiliyetini kullanarak bilgi sağlamaktadır. Oldukça sıra dışı olan bu karakter gazetecimizle Herriet’in kayboluş gizemini araştırmaya başlar. Garip bir biçimde karşılaşan ikili son dönemde beyazperdede izlemesi en keyif verici çiftlerden birini oluşturmuş. Meşhur X-Files çiftimizin garip nevrotik ikilemini çok daha iyi yansıttıklarını düşünüyorum. Olayın kendi içerisindeki gizemi zaten başlı başına merak konusu iken bu ikilinin kendi aralarındaki ilişki biçimi hatta yüz mimikleri bile olayı gittikçe gergin ve meraklı hale getirmekte.


Araya bilmeyenler için Asperger Sendromu’nu alayım zira karakteri anlamak için önemli olduğunu düşünüyorum. 1944'de Avusturyalı hekim Hans Asperger tarafından ortaya konan sendrom temelde otizmin bir ucu olarak kabul edilmektedir. Empati eksikliği, uygun olmayan tek yönlü iletişim, arkadaşlık kurma becerisinde eksiklik ya da tamamen yoksunluk, tekrar edici konuşma, sözle olmayan iletişim, belli konulara karsı ilgi geliştirme, duruş bozuklugu ve sakar hareketler sergileme, çoğunlukla normal ya da ustun zekaya sahip olma özellikleri sergilerler. Sendrom bir yandan nöropsikiyatrik bir bozukluk olarak addedilirken bir yandan da temelinde insan özelliği olduğu pek çok üstün bilişsel ve karakter özelliği barındıran bireylerde görülmektedir. Örneğin; Einstein'da bu bozukluğun bulunduğu belirtiliyor.

Asperger sendromunun karakteristik özellikleri:
· Asperger sendromu olan insanlar sosyal olabilmek için çabalar ama başaramaz.
· Yüz ifadeleri gibi sözel olmayan sinyalleri anlamakta güçlük çekerler.
· Tek düze, hızlı, duygudan yoksun konuşurlar.
· Sözcüklerin mecazi anlamlarını anlamakta güçlük çekerler.
· Hayal gücü eksikliği vardır, soyut düşünmede zorlanırlar.

Bahsedilen bu sendromun Lisbeth’te vücut bulması son derece iyi işlenmiş. Bu da karakteri olduğundan daha ilgi çekici kılmaya yetmiş. Lisbeth’in geçmişine ait birçok merak belirse de sadece son dönemlerine ilişkin bilgiler verilmiş. Özellikle travmatik ve sorunlu kişiliği yüzünden kendisine atanmış danışmanı ile olan ilişkileri olabildiğince sert ve vurucu olmuş. Kısaca geçilen kısım belki de filmin en vurucu kısımlarından birisi. Ayrıca dikkat…


Filmin uzun süresine rağmen hiç sıkılmadığımı ancak finalinin beklenen vuruculuğu yerine getiremediğini belirtmek isterim. Her kitap uyarlaması gibi, filme dönüştürmenin-hele ki böyle bir hikayenin- zorlukları özellikle finalde oldukça yoğun bir biçimde hissedilmiş. Fakat her şekilde ilginin ve tansiyonun hiç düşmediği ve gerilimin her dakika arttığı bir film ortaya çıkmış. Filmi izlerken adventure bir oyun oynuyormuşçasına Venger ailesi ile ilgili notlar aldım. Birbirleri ile olan ilişkilerini anlamak ve böylesine büyük ve kudretli bir ailenin karmaşık geçmişlerini hazmetmek için iyi de yapmışım aslında. Bu açıdan ayrı bir tebriği hak ediyor. Son zamanlarda izlediğim en iyi thriller’lardan biri.

Filmin hikaye anlamında oldukça eksiği de var aslında. Birden fazla konu yan karakterden hemen gündeme düşüverecek şekilde işlenirken bir sonraki sahnede kendine yer bulamayabiliyor. Yine de filmin hikâyesindeki bu boşluklar ve kestirmeler, ana eksende süre giden tempoyu hiç kesmiyor. Aksine seyirciyi izlerken rahatlatıyor bile diyebilirim.

Oyunculuk anlamında özellikle Blomkvist karakterine can veren Michael Nyqvist döktürmüş. Her sahnede inanılmaz karizmatik ve kendinden emin oyunculuğu ile hakkını vermiş. Umarım daha çok sayıda filmde izleme şansını buluruz.

Filmin genel sürprizlerinden bahsetmek tabiî ki bu yazının konusu oluşturmuyor ancak hikayenin alt metni de incelenmeye oldukça değer. Bahsetmek gerekirse;

Kapitalist düzenin kollarını bir anlamda gövdeleştiren Venger ailesi üzerinden atıfta bulunulan iddialar, yazarın ve kısmen de olsa yönetmenin düşüncelerini ele veriyor aslında. Sonuçta roman kurgusu içerisinde alttan alta işlenilen hikayede şiddet ve hiddetle ileri sürülmüş birçok iddia yer alıyor. Kapitalizme ve faşizme yöneltilen bu iddialar için oldukça zemin hazırlayan hikaye örgüsü kendi sistematiği içerisinde bütünlüğü bozmadan işlevini yerine getirmiş.

Sonuç itibarı ile görece eksiklerine rağmen, yakın zamana ait başarılı bir crime/thriller olarak yerini alacağını düşünüyorum. Uzun süresine rağmen düşmeyen temposu ve iyi oyunculukları ile karnesi sınıfı geçer bu film için ilgilerinizi dürtüyor ve iyi seyirler diyorum…

9 Eylül 2009 Çarşamba

Eden Lake - Kan Gölü


NEYSE Kİ BU GÖLDEN İSTEDİĞİMİZİ ALDIK...

Bu seferki korku-gerilim filmimiz Ne İspanya’dan geliyor, ne Amerika’dan ne de Japonya’dan. İngiltere’nin sık ormanlarından çıka gelip boğazımızı düğümlüyor. Biraz romantik, biraz gore, biraz ruh hastası bir film olarak, beklentileri karşılayarak izleyici yerine çivilemeyi başarıyor. Beni en çok sevindiren özelliğiyse, pek nadir gördüğümüz Wes Craven çeşnili gerilim öğelerini kullanıyor olması.

Konu, bir korku filminin başlaması için çok basit ve yeterli. Sevgili çift yoğun iş temposunda ne yapalım ne yapalım diye düşünürken erkek tarafı “Hadi ülkenin en ücra köşesindeki Eden Lake’e gidip ölelim” der. Ve giderler. Keyifler gıcırdır ama bir sorun vardır. Gölden ne bir canavar çıkmıştır ne de bir seri katil bunlara dadanmıştır. Tek dertleri birkaç ufacık serseri çocuğun kaset-çalarından çıkan rap müziğidir. Ne kadar korkunç olabilir ki bu film? Evet, filmin en güzel noktası da bu. Klişeleri kullanıp izleyeni sık sık ters köşeye çekiyor ve koyu bir empatinin ortasında bırakıyor. Karşılaştıkları serseri çocuk grubu Eden Lake’in asıl “kötü” tarafı ve hiç de tahmin etmeyeceğiniz kadar sinir bozucu.

Genelde kötülük canavarlara, vampirlere, ne bilim bize yabancı olan şeylere özgü bir şeymiş gibi etiketlenir sinemada ama işin doğası öyle değildir tabii ki. “İnsan kötüdür”. Bunun büyük veya çocuk olmasıyla konunun ilgisi yoktur. Eden Lake’de de bir grup kötü çocuğun “çocukluklarını” izliyorsunuz. Hem de en kanlısından. Film kısa bir sürede Survival-Horror türüne dönüşüyor ve orman da resmen bu film için oraya konmuş!

İngiliz aksanının dibine vurulduğu bu filmin bence en büyük başarısı Brett’tir (Jack O’Connell). This is England filmini izlemişsinizdir (kesinlikle izlemelisiniz), oradaki performansını bir üste taşımış ve filmin “şeytanı” olarak en kralından pozlarını vermiş. O kadar iyi oynamış ki kendinizi ekrana uçan tekme atarken bulabilirsiniz. Bu kadar rahatsız edici, bu kadar piç, bu kadar kötü bir teenage iblis sinemada çok gözükmüyor. Tadını çıkarın diyemiyorum çünkü gerçekten tüm asabınızı bozacak.

Mutlu bir çift olarak birkaç gün kafanızı dinlemeye gidiyorsunuz Eden Gölü kenarına ama bir kaç serseri çocuk eceliniz oldu olacak. Ne yaparsınız? Normalde hepsini döverim diye düşünseniz de aslında kaçarsınız. Öyle de oluyor. Kaçıyor çiftimiz. Kaç kaç ka... Bu kovalamaca planları da çok iyi yazılmış. Heyecan hep üst düzeyde ve senaryodaki çatışmalar tam yerinde devreye giriyor. Hayır ya olamaz, kalk hadi demekten yorulabilirsiniz, o derece.

Ama filmimiz maalesef mükemmel değil. Öncelikle daha iyi bir müzik seçilmeliydi. Romantizm var filmde, okey ama bunun üzerinde pek durulmamış. O yüzden ne alaka oluyoruz bol bol. Çocukların birkaç tanesi hariç emanetmiş gibi duruyor sahnelerde. Yakışmamış yani. Ayrıca bu tip bir filmde kesme biçme sahneleri gösterilmesi lazımdı, es geçilmiş. Plot’ta biraz boşluklar var ama iyi sonuyla bunu örtmeyi başarıyor. Süre olarak da tam tadında. Çok şey sunma çabasında değil. Basit bir hikaye, basit karakterler ve basit bir hayatta kalma çabası bu. Tabii ki aralarda mesajlar verilmiş film. Özellikle sondaki “Onlar sadece çocuk” lafına pek bitti... Gerilim arıyorsanız, The Descent 2 gelene kadar sizi idare edecektir Eden Lake. Gönül rahatlığıyla şans verebilirsiniz. Ama bir süre de çocuklardan uzak durmak istemeniz olası. 7/10

3 Eylül 2009 Perşembe

Drag Me To Hell (2009)


Sam Raimi sülalece üç buçuk attırmıştı bize Evil Dead ile. İlk izlediğim zamanı hatırlıyorum da çok ciddi derecede etkilenmiştim. Derken seriye gelen devam filmleri ile kendi kendinin parodisini yapan çok ciddi bir yönetmen olduğunu anlamıştım. Bugünlerde ise kendisine olan hayranlığım Spiderman filmleri ile bir nebze sekteye uğrasa da, itibarını geri kazanacak kadar iyi bir işle, en iyi yaptığı tarza yöneldiğinden dolayı bir kere daha yükselişe geçti. Daha çekim aşamalarından beri merakla takipçisi olduğum filme ait ilk trailer’ı izlediğim zaman, doğru yolda olduğunu / olduğumu anlamıştım.

Christine Brown isimli bir bankacı kızımızın bir çingeneye çatarak! lanetlenmesi üzerine olan film, konusu itibarı ile buram buram Stephen King hikayesi kokmakta. Aynı isimli yazarın “Falcı” isimli romanını okuyanlar ne demek istediğimi anlayacaklardır. Fakat bu hikayede Sam Raimi hikayenin her yanını çekiştirip öyle güzel karikatürize etmiş ki, alacağınız keyifin haddi hesabı yok.


Harmanladığı korku ve komedi unsurlarını filmde bu derece dengeli kullanan yönetmen oldukça nadirken, işin ustası sayabileceğimiz Raimi bunu kendi matematiği içinde belli ki çok zorlanmadan halletmiş. Özellikle kendi filmlerinden alıntıladığı sahnelerde bariz bir ustalık gösterisi sunuyor. Özellikle kültleşmiş Evil Dead 2 fanatikleri bu sahneleri çok hızlı bir biçimde yakalayacak ve vayyy be yine yapmış yapacağını diyecekler. Eminim… Oldukça klişeleşmiş her sahneyi ters yüz edercesine bir sahnede kahkaha atabilecekken, ürpertici bir sahne geçişi ile kursağınıza kalabiliyor. Daha birçok sahneden çok daha ayrıntılı bahsetmek lazım aslında da, filmi henüz izlememiş kişilerden alacağım bedduadan çekinmiş olmalıyım ki elimi korkak alıştırdım.

Filmin sizi öyle güçlü noktalardan yakaladığı anlar var ki, bunlar alttan alttan iyi yedirilmiş filme. Terfi, sevgilinin ailesiyle tanışma gibi konu başlıkları filmin içerisinde tam da Raimi’nin ağız tadına yakışır şekilde işlenmiş. Yaratılan bu abartılı işleniş film içerisinde hiç de ucuz durmuyor. Aksine filmin kendi bütünlüğü içinde olduğundan çok daha şık durmuş. Filmin çok sevdiğim finali ise tam da olması gerektiği gibi. Hikayenin gidişatına ufak bir şaplak atan final sahnesi size doğru filmi izlediğiniz hissini sonuna kadar veriyor. Finalde ayrıca çocukça bir hevesle minik bir sürpriz yapıp Bruce Campbell görünse diye iç geçirdim ama olmadı…

Sonuç itibarı ile uzun bir süredir merakla beklediğime değmiş bir film olarak kayda geçsin. Kültleşmiş Evil Dead serisine çıkarılan şapkaların yaşattığı tarifsiz heyecana ortak olmak ve tarzın gerçekten eli yüzü düzgün bir filmini izlemek size en fazla bir vizyon tarihi kadar yakın. Mutlaka görülmeli listenize kafadan eklenebilir. İyi seyirler…

2 Eylül 2009 Çarşamba

Zeki Demirkubuz - KISKANMAK


Zeki Demirkubuz'un son filmi 6 Kasım'da vizyona giriyor. İlk fragman çıktı. Gayet iyi gözükmekte kendisi.

FRAGMANI İZLEMEK İÇİN TIKLAYIN