29 Aralık 2009 Salı

Castaway on the Moon

BİR YERDEN UZAK, BİR YERE YAKIN
Konu sinema olunca filmleri Hollywood, Avrupa ve Asya şeklinde bölmeyi çok severiz biz. Üç ayrı tat, üç ayrı kitle göz önüne alındığında üç sinemanın da kendisiyle öne çıkan özellikleri vardır. Burada Hollywood ve Avrupa sineması nedir anlatmayacağım zira bu sayfaları takip ediyorsanız az çok cevabı biliyorsunuzdur ama özellikle ülkemizde Asya sineması (giderek artsa da) ne çok biliniyor de takip ediliyor. Asya sinemasını Oldboy’la veya 7 Samurai sananlar var. Japon, Çin, Tayland filmlerini geçtim, Güney Kore sineması özellikle 2000 yılından sonra sayısız güzel filmi dünyayla tanıştırdı. Güney Kore tabii ki Türkiye gibi değil. Burada izleyici sayısı 1.5-2 milyonu geçecek bir film ya içinde küfür olan bir komedi filmi, ya da silahın olduğu bir “dava” filmidir. Gerisi orta tempoda gider veya düşük tempoda batar ama Kore sineması box office’e baktığımızda, içinde günümüz duygularının bir belki iki karakterde pişirildiği filmlerin büyük işler yarattığını görebiliyoruz. Çünkü -evrendeki tüm senaristler kabul eder ki (etmesi lazım yani)- Asyalı yazarlar çok iyi yazar. Hem de çok. Kitaplarını çevirdiğimizde biraz o ruh kaybolsa da, filmlerde bunu pek yaşamıyor, damardan alıyoruz o kültürü.


Konuyu artık bağlasam iyi olacak. 2009 Mayıs’da Kore sinemalarında yaklaşık 1 milyon kişiye ulaşan, Hae-Jun Lee’nin son filmi Castaway on the Moon’a (Bay Kim'in Avare Günleri şeklinde Türkçe'ye çevrilmiş ey yumurtaya can veren Allah'ım) yakın mercek tutmak istedim. Lee ünlü bir yazar-yönetmen değil. İkinci yönetmenlik tecrübesindeyse çoğunun 10. filmde anca yolunu bulduğu bir işe imza atarak tüm kalbimi çaldı. Kadına, erkeğe, tüketen topluma, sosyal hayata, ikili ilişkilere, hayal ve umutlara bakışı kesinlikle 10 numara.

Film bir intihar teşebbüsüyle başlıyor. Kim, kredi kartlarının borçları ve daha birçok sorun yüzünden henüz filmin ilk saniyelerinde kendisini köprüden derin sulara atar. Sonra gözleri açılır. Az biraz sessiz bir ortamda uyanır. Yeşil renkler ortamda baskındır, rahatlamıştır, cennettedir. Yok yok, burası cennet değil, atladığı yerden birkaç kilometre uzaklıkta yer alan minicik bir adadır. Çöp doludur. Şehri tam karşıdan görmektedir ama bu adacıktan şehirdeki her hangi bir yola giden yol yoktur. Kimse de onu duyamamaktadır haliyle. Yani Kim, şehirden çok az uzakta, bu adacıkta mahsur kalmıştır. Artık bu adada hayatta kalmak zorundadır (Castaway filmi aklınıza gelsin). Çöpler en değerli hazinesidir. Kim’in hikayesi bir anda değişmektedir. Kim yavaş yavaş kendisini tanımaktadır ve ufacık şeylerle hayatının ne kadar eğlenceli ve değerli olduğunu anlamaktadır, aynı zamanda burada yazarın sosyal topluma fena giydirişleri göze çarpmaktadır.


GÖKTE ARARKEN ÇÖPTE BULMAK
Derken filme, kapakta gördüğünüz diğer kız katılır. Bu kız kendi odasından dışarı uzun bir süre çıkmamış ama hayatın ritmini de kaçırmamış, tüm soysal hayatı internette var olan, “yalandan” bir kızdır kısacası. Eminim ki bu tip insanlar sadece Kore’de yoktur. Çağımızın bir hastalığına, yazar farklı bir bakış getirmiş sadece. Odasından Ay fotoğrafı çeken bu kız, fotoğraf makinesinin zoom’u sayesinde Kim’i bu adada görür ve kızın hayatı bir şekilde değişmeye başlar. Adını film boyunca öğrenemeyeceğimiz bu kız, Kim’i uzaktan uzaktan izler ve bu reaksiyon sonucu ortaya çıkan maddenin sonuçlarını filmde ayıla bayıla izleriz.


Film tam bir detay zengini. Her bir eşyada, her bir imgede bir hikaye var ve filmin derdini anlamak istiyorsanız filmi biraz pembe dizi izler gibi izlememeniz gerekiyor. Böylece film sizi gerçekten bir adaya sürüklüyor. “Ben olsaydım ne yapardım yahu?” diyorsunuz ve işin ilginci, aklınıza gelen şeyleri Kim yapmıyor, onun yaptığı şeyler kesinlikle daha zekice ve daha gerçekçi oluyor. Çünkü siz bir adaya hiç düşmediniz! Ama filmin güzelliği işte bu, sonra sizi o adacıktan alıp bir odaya hapsediyor. Muhtemelen bu filmi odanızda izleyeceksiniz ve belki de biraz kendinizi bulacaksınız bu sahnelerde ama yine de karşılaşacağınız bu hayat size ilginç gelecek çünkü siz hiç bu tip kompleksleri olan bir insan olmadınız. İnsanların giderek sanallaştığı, giderek silikleştiği, giderek daha fazla tükettiği ve tarihin biz “modern” insanlara devrettiği bazı şeylerin anlamını, parantez aralarında görmek gerçekten büyük bir keyif bu filmde.


Tabii ki filmin asıl amacı düşündürmek değil. Sizi hislere boğmak. Kalbinizin attığını hissettirmek. Deli gibi güleceksiniz, çok kızacaksınız, hayalleriniz yıkılacak, boğazınızda bir şeyler birikecek ve muhtemelen mutlu bir şekilde ağlayacaksınız bu filmde. Oyunculuğun da gayet iyi olduğu bu filmi, başta hikaye sever tüm sinefillere öneriyorum. Böylesi Kore’den bile çok gelmiyor. 8/10

15 Aralık 2009 Salı

Saw VI - The legend suffers not!


Bazı isimlerin soytarı mı fenomen mi olduğuna bir türlü karar veremiyorum. Testere ve dolayısıyla Jigsaw a.k.a J.Kramer da bir karara varamadıklarım sınıfına girmekte. Birinci filmdeki efsanevi finali unutamayacağımı, hala izlememiş olanları arkadaşlıktan çıkarabileceğimi göz önüne alırsak -sen ne biçim bir insan oldun-, daha sonra gitgide vasatlaşan serinin hepsini inatla sinemada sadık bir fan olarak izlememin sebebini de anlamış oluruz sanırım. Gerçi en son beşinci filmin bitiminde salondan ayrılırken "Yemediğim abur cubur kalmadı film boyunca, ama hala mutsuzum. Artık yeter, Testere; seni 'sinemada izlenecek' filmler statüsünden çıkarıyorum."demiştim. Şimdi ne mi düşünüyorum; keşke bunu da sinemada izleseydim!

İkinci filmden çıkarken filmi beğenmek için ne kadar da kastığımı, üçüncüde artık buna takatimin kalmadığını, dördüncüde filmden çıktıktan sonra film hakkında hiç konuşma gereği bile duymadığımı, beşincide de 'sanırım kendimi Spy Kids gibi daha eğlenceli serilere vermeliyim'sonucuna vardığımı hatırlıyorum da, bu filmin ilaç gibi gelmesini kolay kolay kabullenmekte zorlanıyorum:)

Hikaye çok güzel akıyor filmde bu bir. Dördüncü ve beşinci filmde seyirci hikayeyi takip etmek istemesin diye elinden geleni yapan senaryo gitmiş, yerine çok daha akıcı ve artık seriyi neredeyse umursamayan beni bile tırnak kemirmeye iten bir senaryo gelmiş.

Müthiş final geleneğini bozmuyor bu iki. Final sahnesinde serinin yepyeni bir açılıma, tabiri caizse gerçek yeni Jigsaw'a doğru yelken açtığını görüyoruz ki bu da diken diken olan tüy sayısını ikiye katlıyor. Açılış tuzağından kurtulan kadınla Hoffman'ın yaşadığı diyalog sonrası Amanda'nın da yerinin doldurulacağını düşünmek mümkün.

Film Jigsaw'un tüm bu sapıklıkları yapmasının arkasındaki motivasyonu çok güzel anlatıyor bu üç. Kısa ve basit cümlelerle de olsa nasıl bir felsefeyle hareket ettiğini diğer filmlerden çok daha güzel gösteriyor.

Açılış sahnesi ve altı çalışanından dördünü kurban etmek zorunda kalan müdür sahnesi muhteşemdi bu dört. Patronları tarafından seçilmek için birbirine bok atan altı çalışanı kan, ter, salya sümük ve yalan dolan içinde görmek çorabımın dokumalarına kadar -naylon çorap giymiyorum evet- buz kesmemi sağladı. Mükemmel sahneydi.

6 filmdir aynı tema müziğinden vazgeçilmemiş olması yine beni benden aldı bu da beş. Yaratılan suspense, sonra açıklanan gerçekler, flashbackler falan filan ve hep o aynı müzik. Şahanetti.

İzleyin, izlettirin. Uzun bir süre sonraki ilk kez yeni bir Testere filmi için ümitliyim, o yeah; oy vono ploy o goym.

Ve dişimle tırnağımla -ne?- kendi blog adresim: http://amberarmageddon.blogspot.com/