31 Temmuz 2009 Cuma

Public Enemies ( Halk Düşmanları ) 2009

Michael Mann, kendisine saygıda kusur etmediğim yönetmenler içerisinde tepe noktalarda durmayı görev edinmişçesine yeni filmi "Public Enemies "( Halk Düşmanları) ile karşımızda. Filmin önemli oyuncu kadrosunda hepimizin ortak fikri ile sanırım sevmeyeni olmayan Johnny Depp, yeni yeni sevip ısındığımız Christian Bale ve Marion Cotillard var.

Her filminde karakter olgusunu sonuna kadar hissettirmeyi başarmış usta yönetmen bu sefer filmine konuk ettiği oyuncuları yine sonuna kadar kullanmış. Karakterlerin inandırıcılığı ve konu içerisindeki ruhsal devinimleri o kadar iyi anlatılmış ki, beyazperde üzerinde empati kurmak isteyeceğiniz birçok karakterle dost olasınız geliyor. Bu açıdan karşılaştığımız üstün yönetmenlik becerisi Michael Mann’i neden günümüzün en büyük yönetmenlerinden biri olduğunu da kanıtlar nitelikte. Depp ve Bale oyunculuk anlamında olabildiğince başarılı iken trajik aşkın diğer tarafını canlandıran Cotillard ise fırından taze çıkmış sıcak ekmeğe sürülen tereyağ misali bir etki bırakıyor izleyicilerde. Hikaye örgüsü içerisinde tadı hiç bozulmadan seyre sunulan Dillinger ve Frechette aşkı gerçekten olanca doğallığı ile kendine yer bulmuş. Ayrıca yan rollerde izlediğimiz birçok önemli isim de işlerinin hakkını vermiş. Bir tebrik de onlara…

İlgili dönem tarihi içerisinde oldukça tartışmalı bir gangster olan John Dillinger’ın hikayesinin anlatıldığı filmde, ekonomik buhran yılarında özünde bir sistem eleştirisi ile banka soygunları yapan bir çetenin lideri olarak hem nalına hem mıhına vuruyor keseri. Bunu yaparken de tekrarlamak durumunda olsam da inandırıcılığından hiçbir şey kaybetmiyor. Modern bir “Robin Hood “ olarak algılayabileceğimiz Dillinger temelde halk düşmanı olarak lanse edilmiş olsa da eylemleri sayesinde halka asıl düşmanların kim olduğunu göstermektedir. Polis, mafya, banka ve devlet ekseninde sorguladığı konunun içinden layığı ile çıkan yönetmen bunu da Hollywoodvari olmayan bir yöntemle gerçekleştiriyor.

Filmin teknik başarısından ayrıca bir söz etmek gerekiyor. Neredeyse her sahnede farklı bir kamera tekniği ile çekilmiş olan film, çoğu sahnede sizi afallamış bir şekilde perdeye bakmaya mecbur kılıyor. Filmin aksiyon sahnelerinin başarısı ayrıca takdire şayandır. Belirteyim…

Son dönem içerisinde sinema adına en çok keyif aldığım filmlerden birisi oldu Halk Düşmanları. Yönetmen ve oyuncu kadrosunun tarifsiz çekiciliğine henüz kapılmadıysanız sizi en kısa sürede bu filmi izlemeniz için teşvik etmek boynumun borcu olsun. İyi seyirler




29 Temmuz 2009 Çarşamba

Time Crimes (2007)



Filmimiz İspanyol yapımı bir bilimkurgu filmi. Kısaca konusundan bahsedersek aşağı yukarı bu şekilde toplayabilirim; Hector ve Clara yeni evlerine taşınma telaşında bir çiftimiz. Hector bahçede dürbünüyle otururken ilerdeki çalılıklar arasında bir şeyler görür! ve incelemeye gider. Bu sırada göremediği biri tarafından saldırıya uğrar ve kaçmaya başlar. Sığındığı ev onu zamanda 1 saat geriye götüren bir dizi olaylara maruz bırakır ve seyir başlar.

Filmin İspanyol yönetmeni olan Nacho Vigalondo film içerisinde kendine rol de bulmuş. Yönetmenin kısa film deneyimleri ertesindeki ilk uzun metraj çalışması olarak ortaya çıkan “Time Crimes” zamanda yolculuk temelli filmler içerisinde oldukça başarılı bir yapım olarak karşımıza çıkıyor. Zamanda sadece 1 saat geriye gidilen filmde olay örgüsü oldukça başarılı olarak kurgulanmış. Tarzın meraklı takipçilerinin mutlaka izlemesi lazım diye düşünüyorum.

Düşük bütçesine rağmen oldukça şaşırtıcı ve başarılı olduğunu söylemeliyim. İzlerken kafanızın karışmasına, kare kare izlemeye bayılanlardansanız oldukça keyif alacağınız kesin. Üzüleyim mi sevineyim mi bilediğim bir haberi daha var ki filmin... Remake olacakmış ve yönetmen koltuğundaki isim de muhtemelen Cronenberg. Aslında bu isim bile size film hakkında bilgi verecektir. İyi seyirler

19 Temmuz 2009 Pazar

Departures (Okuribito

Filmi henüz izlemeyenleri son paragraf hariç Spoiler bekliyor...


"Daigo’dur benim adım. Bir Japonum ve görmeye çok alışık olmadığınız erkek bir çellistim. Çello çalmayı çok severim. Çok yetenekli olduğumu düşünmüyorum ama gelişebilirim herkes gibi ben de. O yüzden zaten bu yüzellibin dolarlık çelloyu aldım! Sevdiğim şeylere değerini vermeyi severim. Bu benim doğamda var. Çello çalmayı babamın zoruyla öğrendim. Onun plaklarından klasik müzik dinlerdik ve bir gün boyum kadar çelloyla karşıma dikilmişti. Bu narin ellerle, ölü olan sesleri diriltmeyi, o acıklı hikayelerini insanlara dinletmeyi seviyorum. Bu da benim doğamda var…

Çok da sevdiğim bir eşim var. Mika adı. İyi kötü günümde hep benimle beraber olan, standartları aşmayan ama benim için çok değerli bir insan. Onu üzmek isteyeceğim son şey ama ilk girdiğim orkestranın batıp dağılması sonrası işsiz kaldığımı öğrenince üzülmesini istemiyorum. Aslında çellonun borcunu öğrendiğinde asıl üzüntüsünü görmek bana yetecek gibi. En iyisi çelloyu geri vermek galiba. Anlayışlı bir eştir benim karım. Canlı bir ahtapotu yemek için öldüremeyecek kadar seviyoruz “canlı” hayatını. Her ne kadar onu canlı tutmak için geç kalsak da…

Hayatımıza çeki düzen vermek, aslında biraz daha öze dönmek, basitleşmek için çocukluk yerime, evime döndüğümüz iyi mi oldu, kötü mü oldu bilemedim. Bugün köprüde durup denizde iki somon balığı gördüm. Akıntıya karşı büyük bir çabayla yüzüyordu ama iki tanesi. Belki de onlar da çiftti; bizim gibi. İşin ilginç tarafıysa akıntıya karşı yüzen o balığın etrafından ölen diğer somon balıkları geçiyordu. Onlar da akıntıya karşı bir savaş vermiş, yorulmuş ve akıntın gücüyle de ölmüşlerdi. Son duraklarına doğru yol alıyorlardı. Sonuçsuz kalacak bir çaba sonrası öleceklerini bile bile, neden bu iki somon balığı akıntıya karşı koyuyordu ki? Bu soruya o anda yanımdan geçen eski bir komşumuz isabetli bir cevap verdi aslında “Eminim ki… doğdukları yere… geri dönmek istiyorlar”. Somonlarla insanlar arasında ortak bir nokta olabileceğini düşünmemiştim gerçekten. Bizler de özümüze dönmek, benzemek için, kaçınılmaz sona doğru adım adım ilerliyoruz. İlerliyorum en azından. Ölüm. Evet. Yeni işim, bahsetmemiş miydim?

Çello çalmayı bırakıp, eski mekanıma taşınınca bir kelime hatası yüzünden iş başvurmaya gittiğim yer aslında bir cenaze töreni hazırlayan iş yeri çıktı. Hayatında ölü görmeye dayanamayan ben, kokuşmuş cesetleri bile temizler hale geldim. Japon kültüründe ölüye, en az canlısı kadar saygı gösterilir. Onları ıslak bezlerle temizleriz; ruhlarını kötülüklerden arındırırız. Güzel kıyafetler giydiririz. Erkekse güzelce tıraş ederiz. Kadına ona yakışacak en güzel makyajı yaparız. Ellerini göğsünde birleştirmeyi asla unutmayız. Bu dünyadan koptmadıklarına, iki evren arasında olduklarına inanırız. Başındaki yakınlarından iyi sözcükler rica ederiz; son bir randevu ayarlarız gibi gelir onlara. Sondur çünkü bu. Bu son görüşlerinde o kadar güzeldirler ki, uyuyorlardır. Öyle gibilerdir. Sadece nefes almıyorlardır ama bizi duyduklarına inanırız. O son dakikalarda yakınları işin ciddiyetine varırlar. O sevdikleri, hatta sevmedikleri, dışladıkları, doğurdukları hatta dövdükleri, incittikleri, nefret ettikleri hatta ölmesini diledikleri o kişi, o insan, o şey, artık yoktur. Bir daha da olmayacaktır. Size bir tek kelime etmeyecek, bir daha rahatsız etmeyecektir. Bir tek sevgi dolu sözcük söylemeyecektir. Yanınızda durmayacaktır o oğlunuz, karınız veya anneniz… Gözlemlediklerim kadarıyla tüm pişman yakınları o son anda ölmeden ölüme bu kadar yakın olurlar. Bizim işimiz işte o son randevuya cansız bedeni hazırlamak ve tabuta koyup krematoriye götürmektir. Orada bu güzel bedenleri yakarız. Onlardan geriye bir tek külleri kalır. Bir de arkasında bıraktıkları. Babamın hala dinlediğim plakları gibi. Yüzünü bile hatırlamadığım babamın…

Daigo’dur benim adım. Her insan gibi ben de “ölümü” düşünmezdim. Ölmeyecek gibi yaşardım. Etrafımdakilere ölmeyecek gibi bakardım. Patronum olan Ikuei ile değişti birçok şey hayatımda. İlk dokunduğu ceset olan eşi sonrası bu işe atılan bu adam, bana hayat ile ölüm arasında birçok şeyi anlamamı sağladı. Ölümün son olmadığına, başka bir boyuta açılan bir kapı olduğuna inanır oldum onun sayesinde. Yaşamak için öldürdüğümüz şu hayatta bazı şeyleri de daha lezzetli diye öldürdüğümüz bir gerçekti. Ölümle dalga geçilmezdi halbuki. Krematoride çalışan ve “Yak” tuşuna basan ve hamamda sık sık beraber keyif çattığım o adamın, aslında çok sevdiği o kadın, -aynı zamanda benim çocukluğumu hatırlayan o kadın- öldüğü zaman söylediği gibi; kimimiz o geçiş anındaki bir bekçiyiz sadece. Basit ama önemli görevlerimiz var burada. Sadece keyif alıp almadığımızdan, o işin eri olup olmadığımızdan emin olmalıyız.

Gerçekten de öyle. Daha birkaç ay önce bu eller çello tutuyordu narince. Şimdiyse narince cansız bedenleri tutuyorum. Onları temizliyorum. Aslında çok da farklı şeyler yapmıyoruz. Eskiden de notalara hayat veriyor acıklı hikayelerini kulaklara sokuyordum, şimdi de cansız bedenleri canlıymış gibi göstererek acıklı hikayelerini izliyorum, ortak oluyorum. Çok farklı işler değil gerçekten. Özellikle eşim beni bu yüzden bir süre terk etmişti. Adam gibi bir işten kastı neydi ki? Birilerinin bu işi yapması gerekiyordu ve o bendim. Ayrıca gerçekten seviyorum bu işi, çello çalmakla arasındaki benzerlikleri. Patronumun dediği gibi gerçekten kader mi beni bu işe bulaştırmıştı?

Ve bir gün o not karşıma geliverdi. Yüzünü bile hatırlamadığım o adam, ki baba deniyordu onlara, ölmüştü. Eşyaları arasından çıkan adresimize ölüm iade belgesi gelmişti. Gidip alınması gerekiyordu. İstemiyordum. Zaten sevmiyordum bile. Hatta annemle beni ufacıkken bıraktığı için nefret bile ediyordum. Bir insan en değerli varlıklarını bu dünyada ne için, kim için bırakabilirdi ki? Daha iyisi için mi? O zaman bulmuş olmalıydı, madem bu kadar süre bize görünmediği için. Anlayamıyorum. Sekreterimiz her ne kadar bu “görünememe” kısmının büyük bir utanç ve cesaretsizlikten kaynaklandığını iddia etse de, böyle olamazdı. Bir baba oğlundan, hem de ufacıkken, çekip gidemezdi. Gitmişti bile ama… Yüzünü bile hatırlamadığım babama eşimin, patronumun, sekreterin de baskısıyla gitmeye karar vermiştim bile…

Yerde yüzü kapalı, cansız yatan bu adam benim babamdı. Saçlarına, sakallarına beyazlar düşmüş. Ufak odasında, arkasında sadece bir koli eşya bırakmış. Balıkçı kulübesinden öte değildi burası. “Daha iyisini bulmuş” derken bunu kastetmemiştim. Böyle hayal etmemiştim. Nefretim buna değildi. Bizi ne için terk etmişti ki? Hayatında başka kadın da yoktu. Bir cevap istemek çok şeydi artık sanırım. Yıllardır nefretle bastırdığım o baba özlemi, baba hasreti artık dinmiyordu; halbuki yeterince nefret edersem kül olur sanmıştım. Onu almaya gelen cenaze ekibi ona hakketmediği şekilde davranıyordu, o benim babamdı beyler!.. Herkesi kovduktan sonra, eşim yanımda, hiç tanımadığım insanlara yaptığım gibi onu ıslak bezimle sildim. Tıraş ettim babamı. O kadar yaşlıydı ki yüzü. Mutlu bir hayatı olmamıştı belli ki. Güzel kıyafetlerini de giydirdim. Anılarım canlanmaya başladı bir süre sonra. Kokusu bana bir şeyler çağrıştırıyordu. Kulağımda o acıklı çello melodileri… Ve şu elinden düşen pürüzsüz beyaz taş. EVET! Bunu ona ben vermiştim ufakken. İnsan insana konuşmadan da onu ne kadar sevdiğini gösterebilirdi. Bu pürüzsüz taşı avucuna alınca hissederdin ne demek istediğini. Bunu bana babam öğretmişti ve bunca yıl sonra o beyaz taş hala elindeydi. Onu sevdiğimi biliyordu. Ve o taş aracılığıyla da onun beni, her şeye rağmen, sevdiğini bilmemi istiyordu. Artık yüzünü de hatırlıyordum.

Seni asla duyamayacaksam da, dokunamayacak olsam da, tüm pürüzsüz taşlarda yaşayacaktın. Daigo’dur benim adım. Bir sevdiğim “gitmiş”, eşimin karnından bir sevdiğim “gelecektir”. Bu da hayatın doğasında vardır… "
___________________

YAZAR NOTU: 2009 En İyi Yabancı Film Oscar’ına ve Avrupa’dan birçok ödüle layık görülen bu filmi, Departures’i, her sinema severe öneririm. Hem çok gülecek, hem çok hüzünleneceksiniz. İşin en güzel kısmı da "düşüneceksiniz". Gidişlerin bazen de Dönüş olduğunu görebileceksiniz... Japonya sınırlarının ötesine geçen harika bir film kendileri. Hikaye odaklı, enfes planları, dokunaklı müzikleri, dolu dolu yan karakterleri ve minimal sinema metaforlarıyla, çok iyi bir yönetmelik işi sonrası eşsiz bir film olmuş, en az 2 kere izlenmeyi hakkediyor. Daha ne desem boş. 9/10