31 Aralık 2008 Çarşamba

ÜÇ MAYMUN-Three Monkeys(2008)

Çaresizlikleri karşısında üç maymunu oynayan insanların hikâyesi bu…

Sinemada görüntü estetiği için “an”ların dilinden faydalanma algısının ülkemizdeki belki de en popüler temsilcisi Nuri Bilge Ceylan’ın yine aynı kurallarla oyuna dahil ettiği yeni filmi huzurlarınızda.

Algılarımızın zevkine sunduğu hikâyesinin çok özgün bir yapısı bulunmasa da anlatım sadeliği ve mesajların pekiştirilmesi için çok emek harcandığı zorlanmadan anlaşılan ve dokunabileceğiniz hissi veren fotoğraf kareleri, daha doğrusu “an”lar, filmi bir Nuri Bilge Ceylan filmi yapmaya yetmiş. Bahsedilmesi gereken ve duvara asmayı bile düşünebileceğiniz öyle anlar var ki tarifsiz; -yaz sıcağının yapış yapış ve hatta boncuk boncuk terleten buhranını neredeyse karlı bir kış gecesinde bile hissettiren oyunculukları destekleyen- alkışlamamak tuhaf kaçar her şeyden evvel.

Filmin oyunculuk karnesi için başlardaki Yavuz Bingöl tedirginliği yerini dengeli ve usturuplu oyunculuğu sayesinde seyri hoş bir atmosfere bıraktı. Keza ilk kez oyunculuk denemesini Nuri Bilge Ceylan gibi bir yönetmende tecrübe eden genç oyuncu Ercan Kesal da oldukça başarılıydı. Filmin oyunculuk anlamında 1–0 önde başlayan kadın başrolü Hatice Aslan ise olanca doğallığına rağmen afalladığı ve dengesinin kaçtığı birkaç kare ile hafiften geride bitirmiş maratonu.

Filmin belki de ana ekseninde yer alan fakirlik olgusunun ele alınış biçimi yeni bir vurguda olmasa da tekdüze sayılabilecek kurgusu içerisinde oldukça başarılı yedirilmiş. Filmin bir anlamda resmi cep telefonu melodisi sayılabilecek ve zaman zaman metaforlaşan Yıldız Tilbe şarkısını filmin içerisinde duyduğunuzda ne demek istediğim daha iyi anlaşılacak aslında.

Yönetmen ve filmleri ile ilgili neredeyse geçen her cümle içerisinde “Uzak” filmini anmak ve karşılaştırmalara maruz bırakmak bir nebze banal olsa da sanırım ben de kullanmadan geçemeyeceğim. Ülkemiz için kimilerince kült olarak kabul edilen ve oldukça başarılı ve şaşalı bir fenomen haline gelmiş Uzak hayranlarının bu filmi de beğeneceğini düşünüyorum. Fakat yönetmenin kendini ve sinemasını ifade ediş biçiminde bir değişim bekleyenler için filmimiz hafiften yerinde sayıyor görünebilir. Aldırmayın… Şahsen yeni dönem içerisinde takip edilmeye ve ciddiye alınmaya değer verecek ürünler sunmuş/sunan Nuri Bilge Ceylan’ın bir sonraki filmini de gayet yoğun bir sinema açlığı içerisinde bekliyor olacağım.Son olarak filmin görece kusurları karşısında üç maymun oynama hakkını kullanıyor, iyi seyirler diliyorum.


The Wrestler (2008)



Aylardır The Wrestler'ın festivallerden çıkıp vizyona girmesini bekledim durdum. Filmin üzerinde sanki kara bulutlar varmış gibi, filme erişim sanki imkansız gibiydi. Ya Amerika'da yaşayacaktım ya da ün yapmış festivallerin birine gidecektim. Neyse ki geçen gün bu düşüncelerimin hepsi dağıldı ve The Wrestler'ı izleyip, Aronofsky'ye bir kez daha hayran oldum.


Son 10 yılın en başarılı (yazar) yönetmenlerini dizseniz muhakkak Darren Aronofsky o listede olur. Her ne kadar çoğu hayranı hala Pi'nin önüne geçebilen bir yapım yapamadığını söylese de bence her filmin kulvarı çok ayrı. Requiem for a Dream çok hayattan, The Fountain çok rüyadan, Pi çok hayalden, The Wrestler da çok bizden. Tabii "biz"den kastım "insani" açıdan olarak biz.



Filmde Randy "The Ram" Robinson'un 20 yıllık kariyerinin son dönemine tanık oluyoruz. Randy (Mickey Rourke) içinde bulunduğu güreşçiler arasında saygı değer bir mevkide bulunmakta ama bir yandan da ringin dışında hayatını sürdürmek zorundadır. Randy'nin parası yoktur ve yalnızdır. Tek bildiği güreşmektir ve hayat ona kısa zamanda son kozlarını oynayacaktır. Biz izleyiciyi de boğazın sürekli düğüm düğüm kalacağı bir 100 dakkayla baş başa bırakacaktır.

____________________(Spoiler tehlikesi)
Randy'nin rütin hayatı, daha fazla para alacağı ama bedeninin de haşat olacağı, keskin aletlerin kullanıldığı güreş müsabakasıyla değişir. Randy kalp krizi geçirir ve ameliyat olur. Doktorlar ona "artık emeklisin" der. Şansa hayatta kalabilmiştir çünkü. Bir daha bu gerçekleşmeyecektir. Randy de doktorların sözünü dinler ve ringleri bırakır. Artık ayakları yere basmak ve unutmak istedikleriyle yüzleşmek zorundadır.


Bu "yeni" hayat ona bir tokat gibi çarpar. Mini karavan evinde yapayalnızdır. 20 yıllık Nintendo'yu bile oynayacak bir tanıdığı yoktur mahalladeki bir kaç veletten hariç. Bütün hayatını güreşle dolduran Randy için kötü günler başlamıştır. Basit bir iş bulup insanlara hizmet etmek, buna alışmak ve bununla mücadele etmek zorundadır. Bir yandan da unuttuğu kızıyla arasını düzeltmeye çalışmaktadır ama bu sandığından daha zor bir iştir. Randy koca bir hayatını "kim için, ne için, ne pahasına" harcadığının muhasebesini yapar içten içe. Hiç bir şeyi yoktur. Her şeyi o ringte bırakmıştır. Yalnızlık da karşılaştığı en büyük rakiptir ve bununla başa çıkamamaktadır. Sürekli takıldığı bardaki kucak dansı yapan kız bile ona müşteri gözüyle bakmakta, aradaki kıvılcımı bir adım öteye götürememektedir.


Ringin dışında kalan insanların büyük bir hayranlıkla ringteki güreşçileri alkışlaması Randy için büyük bir ironidir çünkü Randy, ringin dışındaki o insanların verdiği mücadeleyi ring dışında verememektedir. Güreşerek yaşamış ve güreşecek ölecektir.


________________________
The Wrestler bize aslında bir çok şey gösteriyor Randy'nin hikayesinin yanında. "2 günlük dünya" dediğimiz şu evrende ufak hayatlarımızı aslında ne kadar ufak şeylerle doldurduğumuz ve neler için nelerden vazgeçtiğimizi gösteriyor. Zaten güreş arenasını da seçme nedeni bu Darren'in. Her şey önceden planlanmış, sahte bir dünyadır burası. Kazanan önceden bellidir ama o ringin içindeki insanlar bu sahte dünyayı "gerçek dünya" haline çevirirler ve içerisinden de çıktıklarında balık gibi çırpınmaktadırlar. Bunu gözler önüne seren Mickey Rourke Oscar'lık bir performans sergilemiş gerçekten. Bir çok sahnede göz yaşartıp içinde bulunduğu trajediyle izleyeni depresyona sokabiliyor. Beni çok etkiledi film. Özellikle sahilde kızına yaptığı konuşma ve final sahnesinde elinde mikrofonla yaptığı konuşma muazzam. O kadar ki, filmde tuvalette kesilen bir sahne varmış ve sadece yönetmende ve Rourke'ta varmış bu sahne. DVD'de ve sinemada gösterilmeyecekmiş (Rourke bu sahnenin kesildiğini öğrenince 2 hafta Darren'le de konuşmamış. Çünkü Darren dahil herkes bu sahnenin inanılmaz güzel olduğunu ama filme negatif bir yön kazandıracağını düşünmüş. Çok merak ettim açıkçası. Bir tane çarpıcı tuvalet sahnesi var gerçi ama o değil muhtemelen).

Bir de Oscar ödüllü Marisa Tomei faktörü var filmde. Bu hatunun bu kadar "taş" olduğunu bilmiyordum açıkçası :) Çok iyi strip edebildiği gibi kucak dansında da başarılı gördüğümüz kadarıyla. Oscar'a da aday bu sene ama pek şans vermiyorum. Filmde Randy gibi, o da işi ve iş dışı hayatında git-geller yaşayan, hangi dünyaya ait olduğunu sorgulayan bir kadın rolünde. Randy'nin trajedisini anlatabilmek için detaylıca anlatılmış hoş bir karakter olarak hafızamıza kazınıyor açıkçası.

Filme teknik olarak baktığımızdaysa mükemmel bir çalışma göremiyoruz. Zaten olması gereken de bu. Filmin içeri girebilmemiz için, renklerin ve sesin doğal olması gerekiyor. Filmde bu yüzden "ilahi müzik" kullanılmamış. Rock n Roll bezeli tüm müzikler bir kaynaktan bize veriliyor. Güreş sahneleri çok başarılı, hem sahte hem değil. Makyaja çok az sahnede gerek duyulmuş Randy için. Kamera çok az sabit olarak kullanılmış. Genelde Randy'nin ensesinden bir omuz kamerasıyla filmi takip ediyoruz. Bu "takip etme" hissi için oldukça zekice.


Bu yazıda değinmediğim noktaysa, filmin güreşçiler dünyasına çok iyi ve saygıyla yaklaşması.


7 milyon dolara yapılan bu filmin neden bu kadar kendisini sakladığını ise anlamıyorum. Ne adam gibi fragmanları çıktı, ne de art'ları. Afişi bile tek. Halbuki 2008'in en etkileyici filmlerinden biri The Wrestler. Kimse bu filmi izlemeden Top 10'unu hazırlamamalı bana sorarsanız. 8.6 /10


"In this life you can lose everything you love, everything that loves you."


__

Rourke ve Darren ile yapılan röportajı ŞURADAN izlemenizi öneririm.

29 Aralık 2008 Pazartesi

Transsiberian

Her şeyin birdenbire saçma sapan bir hale gelmesi filmlerde her zaman ilgi çekici bir meta oluyor, hele ki bu yapı tekinsiz bir atmosfer ve iyi oyunculuklarla şekillendirilirse çok daha ilgi çekici bir hal alıyor. Transsiberian yukarıda bahsedilen tüm öğeleri layığı ile yerine getiriyor ve gerilimin adım adım arttığı, seyri hoş bir öyküye kaynaklık ediyor.

Konusundan çok kısaca bahsetmek gerekirse; Evli ama mutsuz bir çift olan Roy ve Jessie, çalıştıkları kilise tarafından bir görev için Rusya'ya gönderilirler. Bütçeleri kısıtlı olduğu için Çin'den Rusya'ya trenle gitmeye karar veren çift; yine aynı sebepten ötürü kompartımanlarını başka bir çiftle paylaşmak zorunda kalır.

Evli çiftimizi Emily Mortimer ve Woody Harrelson canlandırırken kendilerine Ben Kingsley de eşlik ediyor. Zaten bir filmde Ben Kingsley varsa o filmin başka türlü bir film olacağı tecrübeyle sabit artık aklımda. Keza bu seferde aynı sonuç…

Yönetmenimiz de “Makinist” ile favori filmlerimden birine imza atmış olan Brad Anderson. Kendisini oldukça takdir ediyorum. Burada da bence gayet iyi bir iş çıkarmış. Hikâyedeki yolculuk için harika mekanlar bulmuş ve çekmiş. Karlı ve fotoğraf çekmek için habire kare veren dış dünya nefisti. Ayrıca tekinsiz bir atmosfer için hem klostrofobik hem de olabildiğince agorafobik bir yapı kurmuş olması zaten film için gerekli malzemeyi sunmuş hemen yönetmene. Bir tren ki çok uzun bir yola gidiyor ve hiiiç bilmediğiniz kocaman kocaman dünyalardan geçiyor.Başınıza bir şey gelirse..?

Filmimiz aynen hikayede çuf çuflayan trenimiz gibi ağır ağır anlatıyor mecalini. Arada bir duraklarda duruyor ve yolcu değişimi yapıyor. Sonra yine dingin ama muhteşem manzaralar eşliğinde devam ediyor yolculuk. Bu yolculuk esnasında kahramanlarımızın da her bir duraktaki molaları ve değişimleri çok iyi işlenmiş. İçsel olarak her şeyini planlamamış biri gibi görünse de derli toplu durmaya çalışan koca ve tedirginliğinin nedeni olarak bir anlam veremediğimiz tuhaf eş devinimleri çok iyi yansıtılmış. Kimi izleyicileri sıkacağını düşünsem de bu ağır ağırlık çok iyi geldi bana. Yalan merkezli hikaye örgüsünün ve alttan alta merak uyandıran dramatik yapının hastası oldum diyebilirim.

Aksayan tarafları için “sonu” diyebilirim ama aslında bir sonu var mı onu da bir çözemedim ben. Şehre kar yağsın beklentisi varsa üzerinizde, bir de sıcak bir kahve eşliğinde izleyin filmi. Arada bir tırnaklarınızı yiyebilecek seviyeye de gelirseniz, daha ne isteyebilirsiniz ki. İyi seyirler…

27 Aralık 2008 Cumartesi

The Day the Earth Stood Still / Osmanlı Cumhuriyeti

Bazı filmler fragman olarak kalmalı maalesef. Yaklaşık iki aydır beklediğim filmden neredeyse hayal kırıklığıyla çıktım. Duygusal olması gereken sahneler duygusal değil, görkemli sahne beklerken geçen sıkıcı ve senaryoya katkısı olmayan dakikaların sayısı akıl alır gibi değil, Jennifer ve Keanu da özelliksiz oyunculuk sergilemişler. Donuk Keanu ifadesi de uyuz Matt Damon suratsızlığına dönüşmüş.

Film dandik mesajlar verme konusunda ustalaşırken, bize göz yaşları içinde "ulan beklediğim tüm filmler neden böyle hayal kırıklığına uğratıyor beni" demek kalıyor. Aslında fikir çok içten. İnsanoğlunun gezegeni manasız sahiplenişi ve dışardan gelen bir "dünyayı kurtarmaya geldik, insanlığı değil. aslında dünyayı insanlıktan kurtarmaya geldik" ampulu ile insanın yaşadığı gezegene yabancılaşması, varlığını sorgulaması ve ağlayınca dünyayı kurtarması mesela fakat bunların sindirilememiş bir biçimde sunulması en az bu son cümleyi hiç bitmeyecekmiş gibi uzatışım ve sonlandıramayışım kadar üzücü.

Bu filmden önce ablamların zoruyla Osmanlı Cumhuriyeti'ne gitmiştim. Ablamlar aslında aklı başında insanlar ama sinema konusunda katıksız gerizekalılara dönüşebiliyorlar. İkidir gittiğim filmlerden dolayı kendimden utanıyorum. Gani Müjde artık karışmasın bu tarz işlere. Ben bu filmde sorulan soruları -ve soruluş şekillierini- en son İlkokul Türkçe kitaplarında okuma parçalarının sonundaki pembe fonlu "okuduğumu anlayalım" kısımlarında görmüştüm, ve işin kötüsü o sorulara sınıfın en beyinsiz öğrencileri bile üç satır mantıklı yanıtlar yazabiliyordu. Bu kadar basit olmamalı. Ata Demirer de oyunculuğa Avrupa Yakası isimli yetenek törpüsünde devam ettirmeli bence. Filmin yer yer komik yer yer ciddi/duygusal/dersverici/hafifmantıklıyoğunmilliyetçiliksoslu olması da iç-wait for it-ler acısı.

Grey's Anatomy dünyanın en iyi dizilerinden biriymiş bu arada. Geçen bir iki ayımı bu diziyle geçirdim. İzlemiş olup da şu ana kadar bana tavsiye etmemiş olan ve dolaylı yönden geç keşfettiğim için suçlayabileceğim herkese bu cümlenin de bir sonunun olmadığını belirtirim. Bu aralar da Six Feet Under'a başladım tekrardan. Ölüm hayat ikilemi, yalnızlık, modern hayatın getirdiği bencillik, ilişkilerdeki çıkmazlar vs vs...süper dizi olm!

23 Aralık 2008 Salı

Benjamin Button ve The Reader












5 dalda oscar adayı olarak Xmas'ta vizyona girecek olan The Curious of Case of BENJAMIN BUTTON'ın 720p, son Trailer'ı.




Kate Winslet'ın cüretkar sahnelerine bolca yer veren THE READER, 4 dalda Oscar adayı. Amerika'da vizyonda.



19 Aralık 2008 Cuma

X-Men Origins: Wolverine

MAYIS 2009'DA

17 Aralık 2008 Çarşamba

Låt Den Rätte Komma In*

* Let The Right One In

100 yılı aşkın bir sürede edebiyat dünyasından sinema dünyasına geçmiş bir klişeyi nasıl yeniden yorumlarsınız?

İşte bu sorunun cevabını aldım geçen gece... Geçen Aralık dünyanın muhtelif yerlerinde gösterime giren İsveç yapımı bu film, özellikle Holywood'un ekmeğine yağ süren büyük bir "korku" klişesini yıkıyor. Holywood bunun üzerine nasıl geçeck acaba? şeklinde düşüncelerin lüzumu yok zannımca. Keza kendileri ya filmi alır daha güzel efektlerle yeniden gösterime sokar ya da benzer bir konuyu farklı bir isimle piyasaya sürer. Bu film hakkında sanırım kendileri pek birşey yapamayacaklar, özel efektlerden gerçekçiliğe ve hatta oyunculuğa tam anlamıyla bir şaheserle karşı karşıya kalmış durumdalar çünkü.

Oskar'ın hayatı hergün okul arkadaşlarından işkence görmek ve odasında yalnızlığıyla cebelleşmek gibi rutin meselelerle geçmektedir. Bu sırada yan dairesine yeni taşınmış olan kendisinden birkaç yaş büyük (12 yaşındaki) Eli'yle tanışır. Ve aralarında duygusal bir yakınlaşma başlar.

Tam buraya kadar klasik bir dram /romantik filmin işleyişini özetleyebilmiş oluruz. Ancak film türdeşlerinden burada kopuyor. Çünkü küçük Eli bir vampirdir. Hem de Bram Stoker'ı depresyona sürükleyecek cinsten bir vampir...

Film, İsveç sinemasının soğuk, gerçekçi ve katı havasına eklediği korku öğelerini aynı gerçekçilikle yansıtıp tırım tırım tırsıtırken aynı zamanda insanın dudağına sıcak kanlı bir öpücük konduruveriyor dersem radikal gazetesi haftasonu eki yazarları gibi kolpa bir izlenim bırakmış olurum sanırım. Ama konu hakkında daha güzel bir ifade cümlesi gelmiyor aklıma.

Özellikle başroldeki çocuk oyuncuların (Kåre Hedebrant ve Lina Leandersson) mükemmel oyunuyla bağlılık, aşk gibi konuları anlatırken toplumsal cinsiyet gibi bir konuya da inceden değinen film; vampir klişelerini de oldukça güzel işleyerek Stoker'ın kemiklerini sızlatıyor alenen.

John Ajvide Lindqvist in aynı adlı romanından uyarlanan film şimdiye kadar izlediğim en farklı, en sürükleyici, en ağız burun uyuşturan filmler arasına girdi bile.. Hatta bazı kısımlarda Ondskan' ı hatırlattı. En az üç kere daha izlerim ben.. Siz bir kez de olsa bir göz atın bakalım..

8.5/10

http://www.imdb.com/title/tt1139797/
http://www.lettherightoneinmovie.com/

16 Aralık 2008 Salı

The Chaser -Chugyeogja- (2008)

Baylar ve bayanlarrrrr... Size 2008'in en iyi Kore filmini sunmaktan gururrrr duyarımmmm...
The Chaser (Chugyeogja)



Güney Kore sineması büyüleyicidir, bunu 1 milyon kez söyledim, söylerim de. Çünkü böyle bir sinema yok şu anda dünyada. İsterseniz sadece bir izleyici olun, isterseniz kamera arkasında çalışan biri, eğer fanboy değilseniz Kore sineması karşısında saygıyla eğilmemeniz için hiç bir neden yok. Her ne kadar Japonların "bez bebek"lik cinsliğine fazla da özenseler, hiç dibe sürüklenmeden kendi yağlarında harika işler çıkarmaya devam edip, sürekli yeni yeetenekler kendilerini göstermeyi biliyorlar... Bizim sinemamız gibi birkaç tekele ait değil adamların beyaz perdeleri. Her şeyi de beğenmiyorlar bizim gibi. Hele milyonların gittiği filmlere bakınca taşınasım geliyor yeminle buralardan...




The Chaser'a gelirsek, inanılmaz harika müthiş bir film. Kim tarafından yazıldı ve yönetildi peki? Hong-jin Na adında biri. Tanıdık gelmiyor tabii ki kulağa çünkü bu daha 35 yaşındaki bir adamın ilk filmi. Şaşılacak bir durum açıkçası. Bir insanın ilk filmi bu denli harikaysa gelecek filmlerini iple çekiyorum kendisinin.



Tajja filminin kötü karakterini, filmi izlemişseniz hatırlarsınız. Yun-seok işte burada farklı bir karakterde yer alıyor. Polislikten atılan bir pezevenk kendisi.


İşte bir çok "kızı" var ve bunları pazarlıyor ve kısa zamanda kızlarının "işi bırakma" durumunun farkına varıyor. Kızların emekli olmasına anlam veremeyen pezo da son (sözde) işi bırakan kızın peşine düşüyor ve tesadüf eseri bu kızların hep aynı müşteride buluştuktan sonra ortadan kaybolduğunu görüyor. Film de işte burada kendisini göstermeye başlıyor. Bunun bir Spoiler olduğunu sakın sanmayın. Filmin bir "seri katili yakala" filmi olduğu zaten kapağından bile belli. Karakterimiz polis değil ama polis arkadaşları var departmanda. Her türlü gücü kullanarak kızı bulmak istiyor film boyunca ve 2 saat boyunca karakterin kendi içinde nasıl değiştiğini, aslında nasıl "biz" olduğunu görüyoruz.

Filmin en büyük başarısı hikayedeki minik sırları size bir adım önceden anlatması ve sanki dedektif sizmişsiniz gibi, olayları karşıya aktarmaya çalışmanızı beklemesi. Uzun süredir böyle bir filmle karşılaşmamıştım açıkçası. Memories of a Murder'a bu yönü aslında bir hayli benziyor ama The Chaser'ın çok farklı yönleri var. Harika bir screenplay çalışması söz konusu öncelikle. Film aslında gayet karanlık bir film ama bazı yerler o bilindik Güney Kore mizahıyla doldurulmuş (bilerek). Özellikle karakol planları çok leziz. Hem biraz soluk almanıza, hem yan konuların ilerlemesine yardımcı oluyor hem de "klasik olay örgüsünde ironinin değeri" adlı dersi biz öğrencilere şipşak gösteriyor. Deli gibi kıskanıyorum Asyalı senaristleri ya bu yüzden. Allah nasıl bir yetenek vermişse artık...



Şöyle bir baktığımda nete, seri katil filmin tek zayıf noktası olarak gösterilmiş. Bence bu bilerek yapılmış bir şey. Mr. Brooks gibi bir karakter olsa daha mı iyi olurdu film? Hayır elbette. Katil karda yürüyüp de izini belli eden ama bundan zekasıyla kurtulan bir psikopat. ÖZellikle filmin sonuna denk gelen son kurbanını deştiği sahne inanılmaz. İNANILMAZ yani. 5 defa geri sarıp izledim.


Ayrıca film Gümney Kore'nin güvenlik merkezlerini de bir nebze olsun anlatmaya çalışmış. Böyle bir film Türkiye'de yapılsa "ya kardeşim karakollarda biz adam mı dövüyozz yanii sorgu esnasında, çiçek veriyozzz" derler, o filmi de çıkartmana izin vermezler. Yeni yönetmen resmen açmış ağzını yummuş gözünü. Gerçek hikayelere dayanmadığı için de filmi, çok göze batmamış galiba yoksa cidden filmde büyük insan hakları suçları var.



Öyle efekt kasmadan, onlarca karakter kullanmadan, onlarca mekanı talan etmeden, milyonlarca dolar harcamadan, onlarca kötü film çekmeden de harika filmlerin yapılabildiğini görmek heyecan verici gerçekten. Hollywood'un bu filmin remake'ini çekip sıçmaması için hiç bir neden yok aslında. Her şey olması gerektiği gibi. Yani bir sevişme sahneleri eksik :))) O da filmin kimliğine aykırı zaten.





Film sadece Kore'de 5 milyon bileti geçti. 7.si düzenlenen Kore Film Ödüllerinin de resmen süpürdü. Tam yedi adet ödül almış.




Aralık bitmeden kaç tane 2008 yapımı daha Kore filmi izlerim bilmiyorum ama fikrim değişmeyecektir sanırım. The Chaser 2008'in en iyi kore filmidir gözümde. Şimdi tek istediğim Rough Cut'ı ve The Good, The Bad, The Weird'ı izlemek. Bunlarda da epey potansiyel gördüm bakalım :))) 8.1/10


Detaylı bilgi: http://www.imdb.com/title/tt1190539/

Best Picture: The Chaser
Best Director: Na Hong-jin (The Chaser)
Best Actor: Kim Yoon-seok (The Chaser)
Best New Director: Na Hong-jin (The Chaser)
Best Screenplay: Na Hong-jin (The Chaser)
Lighting: Lee Chul-ho (The Chaser)
Editing: Kim Sun-min (The Chaser)


İNDİR:

15 Aralık 2008 Pazartesi

Burn After Reading


Casusluk işlerini bu kadar arapsaçı ve saçma bir halde kim anlatabilirdi ki başka. Coen kardeşler belli ki No country for old men gibi bir filmden sonra eski numaralarını yapmak için tekrar yola koyulmuşlar. Bilindik formülasyon bu filmde de devam ediyor. Coen kara komedisi yapmak için ne gerekiyorsa hepsinden tutam tutam atmışlar ortaya. Oldukça başarılı oyunculuklar, kulağa ayak başparmağından giden yolda en harika şekilleriyle kullanılmış.

John Malkowich, Frances McDormand, George Clooney, Tilda Swinton ve Brad Pitt kimyaları birbirine harika geçmişken, döktürüvermişler bir de. Özellikle Brad Pitt alaşağı ettiği karizmasının tadını çıkarırken bizler ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu bir kere daha anlıyoruz.

Filmin sonda birleşen yapısında, bir izleyici olarak bir yavanlık bulduğumu da ifade etmeliyim ve ayrıca senaryonun da filmin temposundan geride kaldığını da belirtmeliyim. Ki Coen’ler için senaryo dendiğinde bir duracaksın. Tarzın ifadesi için takıldıkları birkaç nokta da biraz yordu beni. Filme ilişkin seyrin zevkini azaltmak adına yapacağım bir şey yok, susuyorum. Casus komedisine getiremedikleri yeni bakış açısını kendi formülleri ile yola koyup adam etmişler ama yine de yeni bir şey sunmaması sadece beni sinir ettiyse sorun yok.

Filmi geçen senenin Oscar şampiyonluğu ertesinde ufak bir kestirme ve kendini tatmin sürecinde yapılan bir film olara görüyor ve Big Lebowski’nin devam filmi için gerekirse kısır yapıp götürüyorum.

Filme illa bi not vermem gerekiyorsa azıcık torpille 7/10.


11 Aralık 2008 Perşembe

Taken (2008)



Tok filmleri severim. Nedir tokluktan kastım, böyle her sahnesi bir amaca hizmet edecek, derin sinetomografik derdi olmayan, anlatmak istediğini damardan verecek... Taken böyle bir film. Bourne serileri de böyledir. Ona benzeyen diğer aksiyon filmleri de...


Bu filmde öyle güzel yakın dövüş sahneleri var ki, keyiften 4 köşe olmamak elde değil. Baş rolde Niam Neeson oynuyor. Kendisini zaten Batman Begins'ten biliyoruz. Gerçekten okkalı dövüşür. S. Seagal gibi kütüksel değil de, ya çok farklı abimiz, valla :))



Filmin konusu pis klişe ama film bittiğinde anlıyorsunuz ki bu filme yakışacak en iyi senaryo aslında bu. İşi için yuvasını yıkan bir baba, onun yaramaz kızı, hayattan bir bok öğrenememiş karısı ve yavuklusu vardır. Kız daha gençliğin doruklarında terlerken yurt dışı gezisine katılmak ister ve olanlar olur. Kızı kaçırılır... Tabii baba eski koruyucu ajanlardan olunca iş Ramboculuğa dönüyor ama daha mantıklısı. Çatışma sahneleri, araç takip etme sahneleri, ajanlık dünyasından zekice sunulmuş öğeler filan derken film bir çırpıda bitiyor. Çok başarılı film. Yılın en iyi aksiyonlarından desek yeri. IMDB'deki puanı zaten şaşırtıcı derecede yüksek ( Gayet kanlı ve vurdulu-kırdılır. 18 yaş sınırı getirmek doğru bir karar.



Buralarda vizyona girmez sanırım ama kaçmaz abi bu film. aşağıdaki adresten rapidshare olarak gidip indirin. Pişman olan beri gelsin. 7.7/10





26 Kasım 2008 Çarşamba

Çağak Irmak'tan Issız Adam

Sana son bir şey söyleyeceğim, sonra da gideceğim...


“Amacı izleyiciyi ağlatmak” olan filmlerden genelde kaçınmışımdır. Çünkü bu tür filmler güldürü gibi değildir. Komedi doğal olmasa da güldürür ve rahatsız etmez, kandırılmış gibi hissetmezsiniz kendizi ama ağlatmak için yapılan filmler öyle değildir, duygularınızla oynanmış gibi hissedersiniz, yani ben öyle hissederim, o yüzden bir kaç Yeşilçam klasiği hariç acıklı Türk filmlerinden hazzetmem. Babam ve Oğlum da bunlardan biridir açıkçası. İzlemedim ve izlemeyi de düşünmüyorum (diyeceksiniz ki nereden biliyorsun izlemeden öyle olduğunu. İzleyenlerin yorumları ve izlenimlerim öyle diyor:)). Issız Adam’ı da açıkçası filmi izlemeden önce bu sınıfa koymak üzereydim ama konusundan sanki öyle olmadığı izlenimi edindim. Çünkü ortada sıradan bir ilişkinin sıradan bir hikayesi vardı ve ne kadar acınası olabilirdi? Karakterler ölebilirdi, ayrılabilirlerdi veya sakat kalabilirlerdi, fakir olabilirlerdi, yanabilirlerdi vs. Bunlar bana acıklı gelmiyordu zaten, o yüzden bu film izlenmeliydi...
İzledim de... Ve evet ağladım. Monolog başlayınca bam telime dokunmayı başardı Çağan. Sürekli beni yakalayacak bir yer aradı diyaloglar ve yakaladı. Sonrası da zaten geçmek bilmeyen bir geceydi...


Filmimiz Beyoğlu’nda geçiyor. Neden Beyoğlu olduğunu filme ısındıktan sonra anlıyorsunuz. Çünkü Beyoğlu artık modernlikle çürümüşlüğün arasında kalan, bohem bir yerdir. Burada hayat bir başkadır. Aşk, sevgiyse çok daha başkadır. El ele aşkları yoktur. İlişkiler maçlara benzetilir, sürekli bir gol atabilme yarışı vardır. 90 dakika bitince de herkes tesislere çekilir. Beyoğlu biraz da küf kokar. Betonermeyle sıvalı tuğla arasında kalmıştır; insanlar ayak uydurmakta zorlanır. O yüzden anneye “Zor be anne, çok zor, çok zor” itirafları gerçektir.




Alper, işinde gayet başarılı, hali vakti yerinde, tip olarak da idare eden bir karakter Issız Adam’da. Tabii işi bitince gerçek hayatta olduğu gibi Alper’in de çok değişik yönlerine tanık oluyoruz. Her gün biriyle beraber olma çabasında, olamadığında da artık kanka olduğu hayat kadınlarıyla beraber olan, kendini olmak zorunda hisseden (çünkü oyunun kuralının bu olduğunu sanan) ve bu özgürlüğe deli gibi alışan, pişman da gözükmeyen, biraz psikopat, biraz ruhu hasta birisidir. Evet, şimdi İstiklal caddesine çıkıp 100 kişiye sorun, 85’i Alper gibi olmak ister, en azından o karakterin özenilebilen bir karakter oldunu bilirler. Çünkü bu “piçlik" marifettir artık bu modern(!) şehirde. Herkes dünyaya 2.kez gelmeyeceğinin(!) farkına varmıştır. Herşey caizdir.
Ada ise, izleyiciye detayları aktarılmasa da aşk dünyasında pek de şansı yaver gitmemiş, sevimli mi sevimli, ama açık sözlü, klişe tespit timinin lideri gibi yürüyebilen, ağzı laf yapabilen ve aynı Alper gibi iç dünyasında fantezilere sahip olan, naif, aşk böcüğü gibi bir karakterdir. Filmin yemidir Ada aslında. Ada da retro takılmayı sever. İnsanların kendisinde “ne olmak istiyorsan şimdi osun” culuk oynamayı ister, zaten o işi de yapmaktadır. Çocuklar kendisine gelip özel günlerinde ne olmak istiyorsa onun kıyafetini diktirmek ister, Ada da diker. Alper’le başlayan ilişkilerinde de aslında olan şey, bundan farklı değildir. Kaybolmuşluk arasında kendi içlerinde bir birlerini ararlar Alper ile Ada.


Çağan’ın çok iyi bir gözlemci olduğunu senaryodan görebiliyoruz. Filmin elementleri tek tek ele alındığında yeni hiç bir şeyin olmadığı belli. Hatta klişelerle dolu. Ve film başarılı!!! Eğer bir senaristseniz ve böyle içli şeyler yazmaksa amacınız, ilk kaçacağınız konu aslında budur. Çünkü ikili ilişkiler üzerinde binlerce yapım vardır, artık her şey kurcalanmıştır ve yeni bir şey söylemek çok zordur. Çağan’ın da kabiliyeti burada ortaya çıkıyor. Yeni bir şey söylemeye gerek yok aslında. Çünkü yeni şeyler yaşamıyoruz. Sadece öyleymiş gibi hissediyoruz, öyleymiş gibi kendimizi kandırıyoruz. Bunu da farketmek için bir aynaya ihtiyacımız var ve Çağan da bu aynayı bize tutmayı akıl etmiş. O yüzden film AROG’a kadar büyük bir gişe yapacak. Bu tesadüfi bir olay değil, direkt düşünülmüş, detaylandırılmış bir şey. 70 milyonun da bu filmden kendi hayatında yaşadığı bir şeyler bulması kaçınılmaz. Çünkü herşeyden biraz serptirilmiş. İsterseniz marjinalin allahı olun, isterseniz bir köyde çoban, “aha ben bunu biliyomm” dememeniz çok zor. Tabii ne kadar çok empati yapabiliyorsanız, ne kadar çok kendinizden kare görebiliyorsanız filmde, Issız Adam sizi o kaçınılmaz sona daha etkili taşıyor.
Filmin sizi sona taşımaktaki en büyük yardımcısı da 70-80’ler Türk pop müziği diyebiliriz. Neden o dönem derseniz de o dönemin aşkları büyüktür çünkü. Doğaldır, saftır, isimler ağaca kazınır. İlişkilerin düşmanı yoktur, tek düşman kendileridir. Mutlu olabilmek daha kolaydır ama aynı şekilde ayrılıklar da çok şiddetlidir çünkü ortada VAROLAN bir şey vardır. O yüzden o dönemin parçaları klasiktir. Film aslında en başından beri bu müziklerle tiyo vermektedir size. Alper'in Ada ile evde ilk yemek yediklerinde kendisinden geçip müziğe kendisini bırakmasının nedeni her şeyin bu kadar berrak olmasıdır, doğal olmasıdır, sıkıştırılmış olmamasıdır. Hayran olduğu bir şeydir bu Alper’in.



Bunları sakın harika şeylermiş gibi algılamayın. Büyük bir senarist için bu tip şeyler basit şeylerdir. Issız Adam Türk filmlerine nazaran gayet kaliteli yazılmış ama tür olarak yarıştıklarıyla arasındaki mesafe, dağlar kadardır. Dünya sinemasında çok fazla çok daha iyisi vardır... Her ne kadar içimizdeki GERÇEK anlatılsa da çoğu diyalog, çoğu olay biraz kantinkuntin kalıyor filmde. Yani “o öyle olmaz yaaa” diyebileceğimiz sahneler var. Örneğin Alper’in Ada’yı tavlama şekli. Beyoğlu'nda bile, en karaktersiz bayan bu kadar ucuz değildir, hele ki yıldırım aşkı yoksa. Ada’nın da yansıtılan karakterinin güçlü olduğunu farzedersek, bu kısmın fantezi olduğunu sayabiliriz. Ada'nın normal şartlarda Alper'in kafasını kırıp polis çağırması gerekirdi:))

SPOILER VAAAĞĞ:

Zaten Alper’in yaptıkları da biraz anormal. Özgürlüğüne düşkün, o kızla bu kızla gönül eğlendirmeyi seven, Ada’ya da GERÇEKTEN aşık olmadığını düşünürsek, birinin ayrılık sonrası bombok olması pek olası değil. “Ya halbuki ben gerçekten aşıktım” da diyemiyor Alper. Sadece onunla çok mutlu olabileceğine inanıyor kuru kuruya ve pişmanlık duyuyor. Tek toka bile içinin ölmesine yetiyor. Her suratta onu görebiliyor, anılarının geçtiği yerlerde anı tazelemeyi seviyor. Sondaki monolog işte çok ustaca hazırlanmış. Monologla film bitirmek gerçekten deli işi, ama Çağan alnının akıyla çıkabilmiş bu işten. Kutlamak gerek. Zaten o sarılma olayı da kopuş anı. Yüz yüze söylenen yalanların ardından gerçek bir duygu boşalması ve ardında kalan iki sulu bakış herşeyi özetliyor. Sevgi kolay kazanılmıyor ama kolay kaybediliyor. Acısı da pişmanlığı da derin oluyor ve bazılarınınki, ne olursa olsun, ne kadar zaman geçerse geçsin, geçmiyor. O kabuk ara ara kan vermeye devam ediyor ve karakterler ıssızlığına gömülüp tesislerine geri dönüyorlar. Belki de asla gerçekleşmeyecek, kendi kafalarında ikinci bir sonu, mutlu sonu yazmak için...
Filmin beni etkileyen tarafı bu yönüydü açıkçası. Flashback şeklinde gösterilen, iç ses şeklinde de açıklanan sahneler çok doğal, çok "ben" ve çok gerçek. Ada'nın Alper'in yastığını koklaması, fotoğrafına dokunması filan katlanılması zor sahneler. Oyunculuk zaten tavan yapmış bu sahnelerde. Ha bir de filmin sonu Atlas pasajında geçiyor. Ben de orada izledim. İlginç oldu aklıma gelince :)
___


Dikkatimi çeken bir diğer şey de bu filme büyük bir genç izleyicinin talep göstermesi ve "ayyy geberdim ağlamaktan gııııı" diye de yorumlarda bulunması. Çok samimi gelmiyor bana bunlar çünkü herkes biliyor yeni neslin ne kadar sığ düşündüğünü, yeni moda ilişkilerinin ne olduğunu. "Ya ben öyle değilim" demeyin, çoğunluktan bahsediyorum. Yani erkekler artık "GOL" peşinde, kızlar da kısa süreli eğlence... Zaten ortada hormonlardan başka birşey yokken, bu filme niye ağlarsınız ki? Anca Alper'in yaptığı öküzlüğü yapmışsınızdır ve başınıza geleceklerin, kafanıza bazı şeylerin dank ettiğinde çok geç olduğunu düşünür, daha oracıkta içiniz yanar ve ağlarsınız veya Ada gibi severken anlamsızca terkedilmişsinizdir ve mutluluğu ait olmadığınız kucaklarda, penislerde ararsınız ve o yarımlıkla, çaresizce elinizdekilerle yetinmeyi bilirsiniz, bilmişsinizdir ve ağlarsınız... Belki de gerçekleşmeyecek mutlu sonunuz aklınıza gelir, anca öyle, ama asla ortadaki hikayeye balıklama ağlayamazsınız. Yanındaki sevgilisine daha sıkı sarılanlar filan oldu ya, anlamamış adam filmi n'apsın!

Filmin artıları & eksileri
+ MSN, Facebook iletilerini süsleyecek cümlelere yer vermesi. "Sen dizime yattın, ben bir hikaye anlattım ve sen büyüdün" gibi. Gerçekten birini "büyütmüşseniz" etkilenmemeniz mümkün değil.

+Alper'in annesi rolündeki teyze döktürüyor. Büyük oyuncuymuş gerçekten.
+Dekorlar çok başarılı. Aslında dekor değilmiş gibi dursa da, çoğu mekan dekor.
+Figüranların sayısı çok fazla ve buna rağmen doğallık yitirilmemiş

-Bazı yapmacık diyaloglar ve sahneler
-Abartı sahneler (Alper'in Ada'nın üstüne ilk çıkışı ve sonraki yatak sahnesi, adam öldü sandık!)
-Filmde ilerleyen zamanın izleyiciye yansıtılmaması.
-"Kalabalık içindeki yalnızlığı" sadece bir sahnede genel planda sunması. Daha fazla manzara daha etkili olabilirdi.
-Filmin adında kelime oyunu olması. Çok gereksiz.



...Karın üzerinde donuyorsun, uyku tatlı geliyor ama farkında değilsin, ölüyorsun!


Filmin müzikleri harika demiştik. Örnek verelim. Ayla Dikmen'den "Anlamazdın"








Bir diğer iç yamultan parça da Nil Burak - "Yalnızım Ben"






24 Kasım 2008 Pazartesi

The Fall


A Little Blessing In Disguise.



Bazı filmler vardır “Evet abi film bu, iyi, çok iyi” dersiniz koltuğunuzdan kalkarken. Bazı filmler de vardır ki, onları izledikten sonra kolay kolay kalkamazsınız o koltuktan “Şimdi bu film miydi? Bu filmse önceki izlediklerim ne peki? Bu olsa olsa sanattır ya, şahaserdir, sanat eseridir, bravo ulan, alkışşşş” diye film kendisini beyninizde yaşatır, planlar, sahneler tekrardan makaradan döner gibi beyninizde dönmeye devam eder, anlam arayışları uykusuz bir geceye bırakır.
The Fall tam da böyle bir film işte. Sinemanın tanımını kafanızda tekrar yazmanıza neden olacak kadar çarpıcı, büyüleyici. Yani “Sinema budur, film böyle yapılır”ın belgeseli de diyebiliriz The Fall için.

Film çok ünlü, hatta ünlü bile değil. Arkadaştan arkadaşa, kulaktan kulağa yayıldığı kadar insanlar bu filmi biliyor. Ben de bir sene önce download etmiştim ama geçen Kaan hatırlattı da izlemek aklıma geldi. Hay kafama edeyim dedim, onca ay niye izlememişim diye.

Tarsem Singh filmin altına imzasını atan kişi. Kendisini daha önce The Cell’de de çarpıcı sahnelerle tanımıştıştık. Başarılı bir filmdi, karanlıktı da ama The Fall The Cell’den bir gömlek daha üstün ve derdi çok başka. Alexandria (Catinca Untaru) ve Roy (Lee Pace) aynı hastaneyi paylaşan iki hastadır. Alexandria daha ufacık bir Romanyalı çiftçi kızıdır, kolu kırılmıştır, Roy ise dublördür ve şanssız bir kaza atlatmıştır ama onun da daha sonradan öğreneceğimiz ruhsal sorunları vardır. Bu iki karakteri birleştiren öğeyse Roy’un Alexandria’ya anlattığı, yataküstü hikayedir. Bizler bu hikayenin görselleşmiş halini izleriz filmin çoğunda ve filmi şahlandıran da bu hikayedir zaten. Bu hikaye çok alakasız başlayıp içinde bulundukları durumla bir yerde parallel kazanacak ve biz izleyicileri hüüüp diye içine çekecektir.


Hikayede altı tane fantastik hakramana yer verilir. Her birinin doğduğu topraklar, kabiliyetleri farklıdır. Tek ortak öğeleri vali Odius’tan intikamlarını almaktdır. Her bir karaktere valinin bir kötülüğü bulunmuştur çünkü. İçlerinden şüphesiz ki en ilginç olanı Charles Darwin’dir (maymunu Wallace da yer almaktadır ve birkaç tane çok komik sahneye imza atmaktalar.


“Böyle film görmediniz” savımı ortaya atmamamdaki en büyük neden filmin görsel bir şölene sahip olması. Bunun da en büyük nedeni filmin birçok ülkede ve kıtada geçmesi. Tam 16 ülkede filmin çekimleri tamamlanmış. Bunlar arasında Türkiye’de var. Hindistan, Güney Afrika, İngiltere, Bali, İspanya, Fiji, Prag, İtalya, Romanya, Arjantin, Şile, Brazilya, Çin, Mısır ve Kamboçya. Diyeceksiniz ki film o kadar uzun mu. Hayır, değil. Bu kadar ülke gezilmiş ama “Lan madem geldik koca ülkeye şöyle 5’er 10’ar dakika görüntü sunalım” fikri tamamen yok bu filmde. Sinema aşkıyla çekilmiş bir film bu, bunu unutmayın öncelikle. Yani saydığım ülkelerden 10’ar saniyelik görüntü olanlar da var. Bir ülkeye, bir kıtaya 10 saniyelik bir görüntü çekmek için gidilir mi? Eğer böyle bir film ortaya çıkacaksa kesinlikle gidilir hatta gidilmeli.


Hikaye kısmında göreceğiniz her bir sahne birer tablo gibi ele alınmış. Çoğu panaromik açıyla başlayıp detaylara yöneliyor ve bunlar bizim insanımızın alıştığı gibi “Tepe başındaki ağaç” “başak taneleri” “sephia tonunda sazlıklar” “dibi gözüken berrak dere” gibi değil. Zaten bırakın da olmasın allah aşkına. Modern sinema bunlar değil. Ne olduğunu zaten göreceksiniz daha filmin ilk sahnesinden. Sudan çıkarılmaya çalışılan bir atın sahnesi bu kadar kastırılabilir, bu kadar mükemmelleştirilebilinirdi. Hele bir Americana Exotica kelebeğinin bir adaya dönüşü var ki, yahu babacım nasıl bir kafayla o aklına geldi? Ne içtin yani?


Oyunculuk da yardırıyor yer yer. Filmin en ünlü yüzü zaten Lee Pace, onu geçtim benim adını ilk kez duyduğum Catinca adlı ufaklık filme harika bir derinlik kazandırmış. Filmin sonlarına doğru zaten onla ağlamaya başlıyorsunuz. Şivesini yediğimin şeyi kutsal bir varlık resmen. Kanadı yok bi’. Tarsem zaten “izlediğinizden daha karanlık bir film yapmak istemiştim ama Catinca bunun önüne geçti” demiş.

Ayrıca evet, film karanlık bir film aslında. Türkiye’de vizyona girse çocuk filmi diye lanse ederlerdir ama asla değil. Pan’ın Labirenti neyse o bile diyebiliriz. İçinizdeki çocuğu birazcık da öldürmemişseniz zaten bu film favorileriniz arasında yerini hemen alacaktır.





Es geçilmemesi gereken bir film The Fall. 2006’da çok fazla festival gezmedi. Çok fazla da gişe yapamadı haliyle. Amerika’da vizyona girmedi gibi bişey hatta. Buraları geçiyorum yani. 2008’de ise David Fincher olaya destek oldu. BluRay’i de çıktı filmin. Şu anda 3 milyon doları geçmiş gişesi. Bu tip bir film için çoook az diyebilirim ama iyi ki de çok büyük gişelere oynamadı yoksa Tarsem’in bir sonraki filminin sihirinin bu parayla bozulacağını düşünüyorum. Bu adam bırakın 3-5 yılda bir film yapsın ama böyle film yapsın.

Filmin üzerine bu kadar konuşmak yeter (aslında her bir kareye bile bu kadar konuşulabilir), gerisi size kalmış. Bulun izleyin, yapışın o koltuğa! 8.5/10

Detaylı bilgi için: http://www.imdb.com/title/tt0460791/


22 Kasım 2008 Cumartesi

Tembellica DvK

Forumcağızı kapanan tembel sinefil DvK'lılar!

Kırırım kafanızı!

Yazsanıza lan bişiler!

Günde bi ton film izliyonuz ayda 1 film yazmıyonuz" şeklinde fırça kaymak istedi canım :)))
(ben de yazmamışım ehueue)

Bir de bakın gaz olsun diye günün blogu seçmiş Blograzzi bizi... Epic Fail direkt :)

28 Ekim 2008 Salı

Saw V - The Legend Suffers

İlk iki filmin tortusu bile serinin yirmisekizinci filmini bana sorgusuz sualsiz izlettireceği için sanılmasın ki bu filmi objektif bir şekilde eleştirmeyeceğim. Eleştireceğim efendim, ya da konuşma diliyle söylemek gerekirse; eleştircem.

Testere açılışlarından farklı olarak bu sefer film bir jigsaw tuzağıyla başlamıyor. Aslında öyle ama sahnenin sonunda bir şeylerin adil olmadığını anlıyoruz. Sebebi de filmin ilerleyen dakikalarında ortaya çıkıyor zaten, neyse. Yeterince vahşi miydi ve izlerken ellerimi sıvazlattı mı bana, evet. Kan, et, savrulan keskin alet edevat, karanlık, abartının da ötesine geçmiş ses efektleri ve görüntü oyunları ve tabii ki "Oy wonno ploy o gome" repliği. Film yine iki taraflı ilerliyor, bir taraftan hikaye yoğun flashback'lerle çözülürken, diğer taraftan yeni kurbanlarımızı serinin önceki filmlerine nazaran pek bi sönük kalmış tuz,aklardan sağ çıkmaya çalışmalarını izliyoruz. İzlerken bir anda kafanızda şimşekler çakıyor tabi; "Ulan ne alaka, bu tuzakların ve karakterlerin filme hiç bir katkısı olmamış!" diyorusunuz. Hikaye çözümleme kısmında ise boğazı delik polis amcamızın her şeyi anlamlandırdıktan sonra basit bir tiyatro oyunundaymış gibi "hmmmm, demek bu yüzden böyle yapmıştın, vay adii!"demesi büyük bir rahatsızlık sebebiydi efem, bunun beş altı kez yapıldığını düşünün; it sucks to the bone efem.

Film zayıf gayet. AmA birinci filmden beri main theme'e sadık kalınması çok büyük bir artı puan. Filmde iki üç yerde dipten dipten kendini hissettiren müzik, filmin gayet de fena olmayan finalinde tüm gücüyle ortaya çıkınca muhteşem bir filmden çıkmış gibi duygular yoğuşmadı mı, yoğuştu. Duygusal bir insanım efem, o yüzden serinin ilk filmlerinin hatrına 5/10

http://www.imdb.com/title/tt1132626/

Herkesin içindeki WALL-E

Pixar'dan artık korkmaya başladım. Resmen korkuyorum yeni bir filmi çıkmadan önce. Adamlar artık inanılmaz büyüdükleri için korkunç derecede kaliteli animasyon filmleri çıkarabiliyorlar. Yani nasıl bir render teknolojilerine sahiplerse bir onlarda olduğundan eminim (Gerçi Final Fantasy'nin Hyper-real teknolojili filmi kadar olamadı hiç biri ama o da çok duygusuzdu).





Wall-E'yi sinemamıza getirirken de adını değiştirmeyi ihmal etmemişiz: Vol.i olmuş. Lan dana baş çevirmen, filmde W.A.L.L.-E'nin açılımı bir sahnede gözüküyor. Niye anlamını bozuyon? Neyse... Filmin görsel olarak yıkılıyor oluşu değil de son derece duygusal oluşunu beni benden aldı. Yani bir robota insanıvari gözler verecek, tepkiler yükleyecek, sevme sevilme dürtüsünü aşılayacak ve fedakarlığı öğreteceksin ve buna da robot diyeceksin. Hem de tasarım olarak son derece şirin olacak? Öyle robota can kurban yani... Daha önce bu tip filmler oldu ama genelde üstünkörü sci-fic şeklinde oldu ve ya şirin olamadılar ya da duyguları olmadı (BladeRunner'ı saymayalım). Wall-E (ki ben kendime devşirdim VOLY diyorum euheuh) bu yüzden çok farklı ve bu yüzden çok beğenildi.



1 buçuk saat kadar kısa bir süreye o kadar çok şey sığdırmış ki film, izliyorsunuz ve etkisi daha sonra içinizde kendisini göstermeye başlıyor.WinRAR içinizde Extract ediyor sanki filmi, büyüdükçe büyüyor. Humanist yanı harika. Her sahnede size bir gönderme ve bir mesaj bulunuyor. Kesinlikle çocuk çoluk filmi değil. Basit sahneler ama unuttuğumuz hisler. Wall-E'de herkes kendinden birşey bulabilir. Şahsen beni çok etkiledi hatta göz sulandırdı. Eve'sı yani peşinden koştuğu diğer beyaz robotla olan (filmin başında olmayan) ilişkileri şahaser resmen. Pixar'dan başka kimse bu sahnelere imza atamazdı zaten (kafiye de yaparım:P). Monster Inc'ten sonra en iyi Pixar filmi bu (şu anda birinci gözümde ama ani gazdan dolay böyle düşünmek istemiyorum :))



Film hakkında başka ne söylesem spoiler olacağı için kısa kesiyorum. Kafanız sıkıntıda olsun veya olmasın, izleyin lan bu filmi! Zorla! 8.5/10
IMDB: http://www.imdb.com/title/tt0910970/

23 Ekim 2008 Perşembe

Greatest Idea / Oha Süper Fikir

"'Bundan sonra sinemalar.com'dan link versek ya film hakkında yazı yazcağımıza' diyor son dönemlerin en dev (the devest of all) yönetmeni Scorcese. Merakla bekliyoruz resmen. "

kırmızı başlıklı kız film bültişinden alıntıdır. yazmaya üşendim

1/10

21 Ekim 2008 Salı

Death Race

Azılı suçlularla tıkabasa dolu bir hapishanenin yöneticileri, cezaevindeki mahkumları birbirleriyle dövüşmeye zorlayarak, bol miktarda para kazanabilecekleri, tüyler ürpertici bir çeşit gladyatör oyunu düzenlemeye karar verirler. Adrenalin yüklü, şiddet arzusuyla yanıp tutuşan mahkumlarsa bir arenaya çıkıp birbirleriyle ölesiye mücadele etmeye dünden hazırdırlar.

Üç şampiyonluk kazanmış otomobil yarışçısı Jensen Ames (Jason Statham), vahşi koşulların hüküm sürdüğü bu dünyada hayatta kalmayı başarma konusunda bir uzman olup çıkmıştır. Eski bir dolandırıcı olan Ames, tam hayatını düzene koyduğunu düşündüğü bir anda işlemediği bir cinayet yüzünden hapse atılmıştır.

Öldürülmesi imkansız olarak kabul edilen mistik sürücü Frankenstein maskesini giymek zorunda bırakılan Ames’ın önüne, Cezaevi’nin despot yöneticisi (Joan Allen) tarafından iki seçenek konulur: Gladyatör oyununa katılırsa özgürlüğüne kavuşabilecek, katılmazsa hücreye kapatılıp orada çürümeye terk edilecektir.

Yüzü metalik bir maskeyle kapatılan Ames üç gün boyunca devam edecek son derece zorlu bir ölüm yarışında hayatta kalmaya çalışır. Bu sürede özgürlüğüne kavuşabilmek için dünyanın en acımasız mahkumlarına karşı ölümüne mücadele etmek zorundadır. Makineli tüfekler, alev makineleri ve el bombası mancınıklarıyla donatılmış bir otomobil kullanan bu çaresiz adam, dünyanın en vahşi sporunu kazanabilmek için önüne çıkan her engeli ve her kişiyi yok etmek zorundadır. (Sinemalar.com)

Direk kopya yaptim usengecligin gozu korolsun:P Gecen hafta izledim gayet hos izlenesi bi film Jason Statham dan hoslaniyosaniz mutlaka izleyin derim:)
bazi sahnelerde "uuh anasini" dedirtiyo :))
izleyin iste guzel bisi yapmislar;)


14 Ekim 2008 Salı

FROZEN RIVER / DONMUŞ IRMAK

Filmin adından başka birşey bilmeyerek salondan içeri girdiğimde salonun kalabalık oluşu, "lan volky galiba iyi bir seçim yaptın" dedirtti bana içimden. Genelde gözüm kapalı bir film çeksem 2 filmden, genelde kötü olanını seçerim, %50 şansım olduğu şeylerde genelde kısa çubuğu çekerim. Ama bu sefer pek öyle olmadı. Gibi...
Ben filmi bariz bir gerilim içerikli sanıyordum ama daha ilk kareden "Olm volkan, kalk git, şimdi bu film seni kahreder filan hiç gereği yok" dedim ama pintiliğim tuttu, bilet parasına yazık olmasın diye izledim.
Başrolü sırtına alan Roy (Melissa Leo) kocasından okkalı darbe yemiş, iki çocuk sahibi bir anne. Yarım zamanlı bir işte çalışarak, karavan bir evde yaşam sürdürtmek için elinden geleni yapıyor. Tabii bunun asla yeterli olmadığın farkında ama aynaya her baktığında hayatın yüzüen bıraktığı çizgiler karşısında da göz yaşlarını tutamıyor. Her anne gibi çocuklarının mutluluğunu düşünüyor ve en güzeli, hayalleri var. Bu hayallere de (aslında hayal) ulaşması için bir miktar para gerekiyor. Çaresizlik içindeyken karşısına çıkan Kızılderili bayan ona kaçakçılığın lezzetli tarafını gösteriyor. Ve olaylar gelişiyor...


Film tahmin ettiğim gibi bir noktadan sonra drama dönüşüyor ve benim yürek tellerimle oynamaya başlıyor. Dokunaklı sahnelerde içimin burkulduğunu hatta biraz höykürdüğümü söyleyebilirim. Ne tuğaftır ki dört bi yanımda gayet hoş hatunlar vardı hiç biri "duygulandım" belirtisi yaşımıyordu. Ya onlar odundu ya benim hassas günümdü dedim herhalde...
Film irili ufaklı bir çok öğe besliyor içinde. Amerikan kanunlarına, güvenliğine, metropollerin arkasındaki yaşama, ırkçılığa, insan pazarına, insanların geçinmek için "neler" yapabileceğine ve en büyüğüyle bir annenin hayalleri uğruna nelerden vazgeçebileceğine değiniyor. Tabii ki bunların çoğu masum şeyler değil ama zaten de filmin asıl sunmak istediği nokta bu. Masum değiliz asla... Kimse.


Frozen River, Donmuş Irmak, Courtney Hunt'ın yazıp yönettiği ilk film olma özelliği taşıyor. Büyük olmasa da hatrı sayılacak ödüller de aldı (biri Sundance'ten). İlk tecrübesinde böylesine bir film çekebilen bir şahısı önümüzdeki yıllarda takibe alacağımı buradan kendisine duyururum. Ayrıca kendisine de, Roy'un uyurken başına gelen ufak çocuğuna anlattığı "hurda bir evin dönüşümü" yalanı için de koca bir demet alkış sunuyorum. Neydi lan o öyle, öldüm bittim :( 7.1/10

13 Ekim 2008 Pazartesi

The Silence of Lorna / Silence de Lorna, Le

Fransız sinemasına ölüyorum, bitiyorum diyemeyeceğim. Her daim bana biraz puslu, sancılı ve sıkıcı gelmiştir stilleri. Ha tabii aralarda klasikleri izlemedik mi izledik, yedik yuttuk. Ben de dedim Filmekimi kapsamında şu Lorna'ya bir şans vereyim.


Dardenne kardeşlerin bu güne kadar çok fazla filmini izlemedim, L' enfant, Rosetta, The Son, o kadar.The Silence of Lorna da Dardenne kardeşlerin, Cannes'dan en iyi senaryo ödüllü son filmi.
Açıkçası "ben olsam" bu filme o ödülü vermezdim çünkü -her ne kadar Dardennelerin tarzı bu olsa da-, his uyandırmayan gedikli senaryo bana hep ya kırpılmış senaryo ya da üşengeç senaryo gelir. Filmde inatla karakterlerin arka yapısı korunuyor. Lorna Belçika vatandaşı olmak için bir keşi kullanarak evlenen, vatandaş olduktan sonra da Rus'un biriyle başka bir evlilik sağlamak zorunda olan, ama kendi içinde de minik hayallerin peşinde koşan, salak mı salak bir kadın. Gerçekçi değil mi? Allah'ına kadar gerçekçi. Dünya böyle kadınlarla dolu ama Lorna'nın farkını, filmin son bölümlerinde daha rahat görüyoruz. Ama Lorna "necidir"in cevabı yok. Sıradan bir kandının hayatından bir kaç haftayı kesin alıyor sadece... Geri planda ise birçok erkek, ilişki yer almakta. Bir mafya kokusu alıyorsunuz ama izleyiciye tam olarak açıklanmıyor. Cinayet planları, karşılığında sağlam paralar, tuzaklar, çıkar ilişkileri, "bilinmemezlikten doğan gerilim"ler derken izlemesi gayet sıkıcı bir filmle karşılaştım. Salona şöyle bir göz gezdirdiğimde ise birçok horultu duydum zaten (göz gezdirince duyarım da ben). Bizim entel izleyicimize bile sıkıcı geliyor film, düşünün. Tabii ki "bu film kötü" demek değil. Olması gerektiği gibi. "Daha iyi olurdu" dediğiniz fazla alan yok. Karşımızda ilginç bir hikaye var sonuçta. Ne en iyisi ne en kötüsü ama bana daha çok yağmurlu bir akşamda dışarı çıkmak yerinde elde kahve, dvd player başında izlenesi bir film gibi geldi.


Oyunculuktan söz etmek istemiyorum. Filmin çoğu zaten Arta Dobroshi'nin kalın bacaklarıyla geçiyor (ki Arnavutlar genelde böyle olmazdı?). Gayet çirkin bir bayan bu, hiç alınmasın :) Performansı da süründüren cinsten değil. (ben daha iyi oynardım demem tabi hahaha).


Neyse, sıkıldım filmi hatırlarken bile... Sadece ilgi alanı olan izleyicilere öneririm Lorna'nın Sessizliği'ni. 6.7/10

9 Ekim 2008 Perşembe

Del Toro, THE HOBBIT hakkında konuştu

Bilindiği gibi 2011 yılında The Hobbit'in filmine kavuşacağız ve Yüzük Kardeşliği'nin öncesine gideceğiz. İşin ilginç yanıysa tek kitaplık bu filmi Del Toro iki film şeklinde beyaz perdeye sunacak.

Sorulan sorular karşısında kendisi, olayı 1. film, 2. film olarak konuşmayı bıraktık, 'bir film' olarak konuşmaya başladık diyor. LOTR'dan Peter Jackson'ın senaryo ekibinde de yer alan Fran Walsh ve Philippa Boyens'le 'filmin' senaryosuna kafa patlattıklarını açıkladı. İşlerini çok iyi yapmak istediklerini ve hayranların bir oturuşta 5 filmi de izleyip 'Bugün güzel birgün' demesini istediğini de ekledi (gitti bir gün, ohh). "Peki kitaptaki olay akışına uyacak mısınız, ilk film nerede bitecek" vb sorulara da Toro 'Sanırım Smaug ilk filmde ölecek, geri kalanı siz düşünün artık' demiş.

Hayvan herifsin Del Toro!


Red Cliff (Chi Bi)

Sevgili blog,Allah binbir türlü belamı vermesin seni son zamanlarda boşladığım için, evet, vermesin
belamı. Tabii yazmıyorum diyeseni unuttuğumu sanma. Seni unutan aha böyle olsun. Daha sık görüşeceğimizden emin ol ...
diyerekten bir giriş ile kendimi affettirdim sanırım. O halde konuya dönelim.

Yaklaşık 1 yıldır filan beklediğim bir film Red Cliff (Chi Bi).Bunun da ilk nedeni tabii ki John Woo. İlk başta Asya, daha sonra dünya üzerindeki tüm
sinema dünyasına adını altın harflerle yazdıran filmlerin dışında aksiyon filmlerin
standartlarını belirleyen, Çin, Hong-Kong sinemasından Hollywood'a "kapağı atan" ender
yazar, yönetmen, yapımcılardandır. 60'ların sonundan bu yana sürekli üreten bu şirin insan
son zamanlarda kendini animelere ve video oyunlarına verse de yavaş yavaş "geri dönüyorum"
izlenimi de vermekten kaçınmamaktadır. 2011'e kadar şimdilik gözüken 4 yapıma daha imza
atacağını belirteyim.
Filmi beklememin bir diğer nedeni de filmin Romance of the Three Kingdom'dan uyarlama
olması. Bildiğiniz (veya bilmediğiniz gibi) bu eser, eser olmaktan çıkmış, kutsal bir emanet
sınıfına girmiştir. 14.yy'da Luo Guanzhong tarafından yazılmıştır. "Tanrı bir Çinlidir ve
bu esere yardım etmiştir" diye düşünmemi sağlayan bu eseri özetleyen bir kelime bilmiyorum açıkçası.
Girin bakın: http://en.wikipedia.org/wiki/Romance_of_the_Three_Kingdoms
Buradan da indirebilirsiniz.: http://dw3k.com/newrotkebook/




Milattan sonra 208 yılında Çin'de geçen Red Cliff savaşının öncesini ve sonrasını konu
almakta film. Tabii bu ilk filmimiz sadece savaşa kadarki olan kısımdan bahsediyor. Yani yarım
film, o yüzden de film bittiğinizde epey bir küfür etmeniz olası ama merak etmeyin, Ocak
ayında Asya ülkelerinde ikinci film vizyona girecek, buralara da gelmesi uzun sürmez. Neyse
efendim, konu bizim Kurtuluş Savaşı'nı azıcık andırır cinsten. Cao Cao Çin'de yavaş yavaş
iktidarı ele geçirdikten sonra yayılmaya başlamış ve 1 milyon askeriyle önüne gelene bir
tekmeee
atmaya devam etmektedir (ki bazı araştırmalar bu rakamın feci şekilde uydurma
olduğunu göstermektedir. En fazla yarım milyon şeklinde bir ordusu 'belki' vardır) ve bu
sefer karşılarında Zhuge Liang ve Zhou Yu vardır. Komik rakamlardaki ordusuyla bu
muhabereden sağ çıkmaya çalışacaklardır. Zekalarıysa en büyük silahları olacaktır...




Harika bir yönetmen, harika bir konu olur da harika oyuncular olmaz mı, olur! Tony Leung
Chiu Wai
, Zhou Yu'yu, Takeshi Kaneshiro da Zhuge Liang'ı, Chen Chang da Sun Quan rolünü
üstlenmiş. Aslında arka planda kalan ama Çin sinemasında gayet ünlü olan oyuncular da
bulunmakta ama üşendim şimdi onların -şan-şun-kem-küm'lü adlarını yazmaya...
Film tam John Woo havasında başlıyor, yani izleyiciye "merhaba, hoş geldin, gel bir otur,
bak filmimiz bu, şu, bu da bu, at ağzına biraz patlamış mısır" diyerek değil de "getir
kolunu, aha damar, bu da adrenalin, ohhh, geçmiş olsun" şeklinde başlıyor. Bir süre ağzınız
aşağıda, gözleriniz 12 cm genişliğinde pörtlek pörtlek filme bakıyorsunuz. Ben hata ettim,
karakterlerin adlarını da aklımda tutmaya çalıştım ama başarılı olamadım, her yerden birbirine
birine benzeyen insanları akılda tutmak gerçekten zormuş. Bir de kitap okur gibi alt yazı takip
etmek durumundasınız ama filmin İngilizce'ye çevrilmemesi çok iyi. Bayılırım dublajsız Çin,
Kore, Japon filmlerine.

Hayvan vari bir prodüksiyonla karşı karşıya kalıyorsunuz filmin başından sonuna kadar. Yani
Çin sineması böyle giderse birçok sektörde olduğu gibi sinemada da yumruğunu masaya
vuracaktır çok kısa bir süre sonra. Bunda da en büyük avantajı "epik" kavramı bu adamların
genlerinde olduğudur. Adamların inanılmaz şa şalı, şatafatlı, derslerle dolu, zorlu ve
ihtiraslı tarihi var. Bunları bi 50 yıl daha kullansalar anca çeyreğini tüketebilirler.
Zaten biz Türklerin en büyük angutluğu da budur sinemada. Bizim de harika filmlere konu
olacak, içine bir çok öğenin sokulabileceği tarihimiz var ama maalesef onları sinemaya
dökebilecek bir babayiğit, ona da destek olacak finansör, o yapıtı izleyip kar getirecek
izleyici yok. O yüzden "yakın çekim buğday tanelerini, sepia tonunda tepe üstünde
kulübeleri, hababam sınıfı 31buçuk'ları, 15IQ'ya hitap eden devşirme filmleri, amacı sadece
güldürmek olan filmleri (ki küfür etmek ne zaman komedi olduysa), senaryosu 1 ayda yazılan
'gerçek bir hikayeden alınmıştır' filmlerine" devam kısacası, aferin mk. Neyse kızdım
yine:)... Filmi ikiye bölmek zorunda kalırsak savaş sahneleri ve sakin sahneler olarak bir
ayrım yapabiliriz. Tabii ki filmi şahlandıran sahneler, savaş sahneleri. John Woo, Çin'i
yeniden keşfetmemiş; savaş sahnelerinde yeni atraksiyonlar kullanmamış. Yine tadında yavaş
çekim sahneleri kullanmış ama işin içine epiklik kadar "liriklik" katmış. Hani "şiir gibi
öldürüyor" diyebiliriz. Kılıç, mızrak ve ok sahneleri son derece gerçekçi hatta belki de
gerçek! Dövüş kareografilerinin ne kadar güzel olabileceğini zaten hayal edebiliyorsunuzdur. Kan kullanmaktan kesinlikle çekinmemiş baba. Tabii fanteziden de kaçınmamış. Bir
koyuşta 10 askerin yere düşerek ölmesi, mızrakları eliyle kırmak, kılıç bükmek kesmek gibi
bir çok öğe filmde yerini almış. Ayrıca o "Çok kalabalık olm bunlar mk, tarağı yuttuk"
atmosferi mü-kem-mellica olarak yansıtılmış. Basit CGI oyunlarıyla da değil hem de. Filmin
sonlarına doğru bir tuzak arena savaşı var ki, dillere destan olur diyebilirim.


Sakin sahnelerde ise karakterler şov yapıyor adeta. Oyunculuk süper. Kendinizi bir an çekik
gözlü sanıp orada fikir alış-verişi yapan biri olarak hissetmeniz an meselesi. Zaten az
buçuk strateji kurmayı seviyorsanız filme ayrıca tapmanız olası. Çok sıkı stratejiler,
oyunlar dönüyor filmde. Cao Cao da aynı şekilde gayet kötü ama gayet zeki biri olarak ekrana
yansıtılmış, "kötüler hep kaybedendir" yanılgısı filmin bu ilk bölümünde allahtan yok.

Sonuç itibariyle Red Cliff, takip etmesi biraz zor ama izlemesi son derece keyifli bir
yapım. Kostümleriyle olsun, müzikleriyle olsun, kareografileriyle olsun, harika Çin semalarıyla olsun, içinizin açılacağı garanti...Warlords, Assembly'den sonra bana ilaç gibi geldi diyebilirim. Klişelerden uzak, dramatik yönü biraz daha köreltilmiş, son derece epik ve liriksel gidiş hattıyla Asya sineması severlerini mest edeceği bir gerçek. Merak edenlereyse filmi öneririm, harcadığınız zamana 'harcandı' olarak bakmayacaksınız. 7.8/10

Detaylı bilgi: http://www.imdb.com/title/tt0425637/

30 Eylül 2008 Salı

Righteous Kill (Orjinal Cinayetler)

Başrollerde Al Pacino ve Robert De Niro varken bir film ne kadar kötü olabilir ki? Şu kadar:

İki isim de "adam oyunculuğun ta kendisi" statüsünde olduğu için herhangi bir insanın bu ikili hakkında yapmaya çalışacağı yorum "Hangisinin toplarında daha çok kadayıf kılı vardır acaba?" gibi zavallı bir soru ile sonuçlanırdı herhalde. O yüzden o kısmı geçelim. Film bize De Niro'yu ilk kez bu kadar vahşi bir anal sex sekansında görmemiz dışında ne vermiş, biz ona bakalım.

Film inanılmaz kötü başlıyor efendim, sonra J.Bruckheimer tadında bir polisiye/dram izleteceğine dair sinyal verip bunu da yapamayacağını anlayınca müthiş anti-karizmatik bir finale doğru twist'ini tahmin ettire ettire devam ediyor. De Niro eşofmanıyla jogging yaparak son diyalogların yaşanacağı (ki film boyunca polis olmanın verdiği güç, insan öldürme ve bunu "righteous" hale sokabilme etiği gibi konularda son derece iddialı laflar söylemeye çalıştıktan sonra, finalde teletubbilerin "batarken güneş tepelerin ardından..." şeklinde program bitirişine benzemiş maalesef) final sahnesine gelirken, Al Pacino da tüm şeytanın avukatı görkemine rağmen boktan yazılmış diyaloglarla bir J.C.Van Damme filmi boktanlığına kurban gidiyor.


Bunların üstüne bir de oyuncu kadrosu 50 Cent -e hatun rolünde de insan Aaliyah bekliyor -ölü değilmiş meğersem--, Donnie Wahlberg ve Brian Dennehy gibi isimler yüzünden ucuzluktan yağım yağım dovalladığı için (evet) yakın çekime kurban giden De Niro ve Al Pacino'nun, ustası oldukları vücut dili ve mimik kombinasyonlarını izleyememe boktanlığı da pek önemsenmiyor.


Beğenmedim efendim filmi. Ha altyazıları muhtemelen bir sayısal bölüm lise öğrencisi Türkçeye çevirmiş olduğundan ( telsizde geçen "officer down! I repeat, officer down!" gibi bir cümle "memur bey lütfen eğilin, tekrar ediyorum lütfen eğilin!" diye çevriliyorsa 'Copy that' doesn't mean "şunu kopyala" diye bir kitap yazıp yayınlama vakti gelmiştir) daha bir gıcık kapmış olabilirim, ondan emin değilim işte. A giant waste of time (yani diyor ki zamanın dev çöpü) 4/10


8 Eylül 2008 Pazartesi

Kara Kule serisi Lost ekibinin ellerinde....


Stephen king imzalı"Kara Kule" Lost'un yapımcıları Damon Lindelof,Carlton Cuse ve J.J Abrams tarafından filme uyarlanacak.

Gizemli kahraman son Silahşor Gilead’lı Roland,konu gizem olunca lost ekibine doğru yola çıkmış durumda.Gelişmeler henüz çok ufak olsa da gerek king ve meshur silahşörün fanları gerekse her bölümüyle baş döndüren lost dizinin fanları için sayaç şimdiden açılmış durumda.

Lindelof,King'in 1982-2004 yılları arasında yazdığı yedi kitabı da sinema filmi yapacaklarını ama öncelikle ve haliyle Lost dizisinin bitmesi gerektiğini açıkladı.

5 Eylül 2008 Cuma

Retroseksüel Aksiyonda Yeni Baştacımız: BITCH SLAP


Xena ve Hercules televizyon dizilerini yaratan ekibin ilk sinema filmi Bitch Slap ufukta göründü. Posterleri sağda solda nam salmaya başladı ve fragmanı merak zincirlerini dolayıverdi etrafımıza! Testosteron ve östrojenin kan ve kurşunla imtihanına tanık olmak için bol silikon göğüs ve düşsel proporsiyonlarda vücut manzaralı yerimizi almamıza az kaldı! Porno-action hayallerimizin gerçekleşmesine ramak kalacağı çok bariz! Soldaki afişe dikkat kesilmenin ardından alttaki link'e tıklayarak kan dolaşımınıza irtifa kaybettirmekten çekinmeyin!


3 Eylül 2008 Çarşamba

Mirrors(2008) vs. Into The Mirror(2003)

Aynaların yansıtmakla yükümlü olmaları dışındaki görevlerini anlamak için ne taraftan baktığınızı bilmek gerekir. İşte konu olan iki filmin, farklı iki vurgusu bu yönde…

2003 tarihli Kore yapımını her ne kadar kurgusu daha yerinde ve iyi bulsam da çekici ve etkili olan bu sefer remake versiyonu sanırım. Aynanın bize dönük yüzünden bir anlatımı tercih eden “Into the Mirror” da hikaye ve anlatımı çok daha gerçekçi olsa da,sırın arkasını gösteren “Mirrors” her anlamda geçmiş diğerini.

Farklı yönlere bir göz atarsak, yeni versiyonun Kore yapımı versiyondan epeyce bir farklılığı var. Final twisti ve kimi “sahnelerin” ortaklığından başka, sanki apayrı iki film. Bunu da ilk cümledeki tespite dayandırıyorum. Tekinsiz atmosfer yaratmanın Hollywoodvari vur kaç taktikleri yerine, kimi zaman fondan gelen ürkünç müzik kullanımı ile ya da kimi zaman garip bir mimikle sağlanması atmosfer açısından çok daha farklı kılmış kore versiyonunu.


“İnto the mirror” eski ortağını öldürmüş bir polisin kendiyle olan iç hesaplaşmasını çok daha iyi yansıtmış. Aynalara bile bakamayan, kendinden tiksinen ve kendiyle çözemediği bir hesabı olan adam ve hatta bunu yok saymak adına aynalara sadece buğulandırarak bakmayı becerebilen bir eski polis. “Mirrors’da” ise alkol problemi ile sorunlu bir polis ama inandırıcılıktan epey bir yoksun.

Kore versiyonunda aynalara ilişkin oldukça ilgi çekici bölümler ayrılmış. Da vincinin eserlerindeki ters imza kullanımından tutun da eski çağlardaki ayna obsesifi kişiliklerin yaşamları ve tuvallere alınışı gibi birçok ayrıntı yer alırken, bu şık detayları yeni filmde görememek remake için eksik kalan taraflar olmuş.

Biraz da teknik ayrıntılara bakarsak....


Harika geniş plan çekimleri-ki bu derece konusu itibari ile dar alanda geçmesi gereken bir hikaye için- ve harikulade efektleri ile mirrors kesinlikle çok ama çok iyi. Karakterlerin içlerinin yeterince doldurulamamış olunması ve özensiz oyuculuklar keyfi hafif bozsa da mirrors kesinlikle boynuz-kulak ilişkisini bir tık daha geçmiş. Kore versiyonu da oyunculuk anlamında yetersiz kalmış. Bir eksi de onlara.


Önce remake izlemiş olmanın subjektif dezavantajına rağmen Hollywood bu sefer işi kotarmış. Tabi bunda A.Aja gibi bir yönetmenin payı büyük. İnkâr etmek yersiz olur…

Yazdıklarımı şöyle bir okudum da kimi yermişim kimi övmüşüm belli değil. Zaten konu da bu değil… Zafer aynaların.

İyi seyirler

Die Welle-Tehlikeli Oyun?

Dennis Gansel imzalı 2008 yapımı film ilk olarak İstanbul film festivalinde izleyici karşısına çıktıktan kısa bir süre sonra vizyona da selamını çakmıştı. Vizyondayken türlü merakıma rağmen izleme fırsatı bulamamam nedeni ile kendisi evde izlenecekler sıralamasına ilk sıralardan yer bulmuştu.

Konusundan kısaca bahsetmek gerekirse:Film çok net ve kısa bir soruyla başlıyor.Almanya’nın konu ile ilgili gündeme gelen her soruda veya açıklamada hafiften kızardığı faşizmin günümüz modern(?) toplumunda da gündeme gelip gelmeyeceği. Soru karşısında ilk zamanlar karşı çıkan öğrencilere bunu yaşatarak tecrübe etmelerini sağlayacak bir öğretmenin sonralarında çok zor durumda kaldığı bir nevi deney ile ilgili film.Filme konu olan deneylerin bilimsel yönlerini öğrenmek isteyenler oldukça geniş bir arşiv ve dokümanla kendilerini haşır neşir edebilirler.

Çok kısa bir zaman içerisinde(filme getirdiğim en temel eleştiri burada aslında, öğrenciler çok çabuk koyunlaşıyor) öğretmenlerinin otokrasinin sınırlarını ifade ettiği birtakım argümanlara adapte olan öğrenciler, kontrolü bir anda kaybedip deneyin gerçekleşmesi için oldukça meşru bir zemin hazırlığına girişiyorlar. Faşizan bir otokrasi için neler gerekir sorularının kısmi cevapları için ne gerekiyorsa yapılmaya çalışılıyor. Ortak üniforma olgusunu andıran kıyafetler, ortak selamlama ve aidiyet duygusunun dibine vurmak için gerçekleştirilmesi gereken tüm şeyler sonucunda, filme adını veren “die welle” yani “dalga” örgütlenmesi yola koyulur. Onlar artık ortak bir sembolü, kıyafeti, adı ve temsili olan bir gruptur. Öğrenciler ve başlarında adeta ilahlaştırdıkları öğretmen ile beraber artık kontrol sınırlarını aşan bir hareketlenmeye giderler.

Bir simülasyon olarak ortaya çıkarılan bu dalganın vurduğu kıyıları ne hale getireceğini kestirmekse artık daha güç olacaktır.

Filmin sonunu buradan ifşa edecek değilim elbette ki ama kitabını okuyanlar için çok daha etkisiz bir son bekliyor kendilerini. Uyarayım… Zira kurgu anlamındaki eksiklikleri sonda toparlayacaklar düşüncesi tatsız ve klişe bir sonla nihayetleniyor. Kitaptaki sonu filme uyarlasalarmış kesinlikle çok daha etkili bir final olurmuş.

Öğretmenin film boyunca kafadaki sorgulanışı güzel ama inandırıcılıktan yoksun birçok doneyi de bünyesinde toplaması boğazınızda gıcık oluşturmaya katkıda bulunabilir. Şimdi mi aklına geldi, ya da nerede dur diyecektin veya diyecek miydin gibi bir sürü soru işareti gıcığınızı şiddetlendirecek film bitince çünkü filmin sonunda dahi bu muallaktan kurtulamıyorsunuz.

Sonuç itibarı ile Almanya’nın atlattık gözüyle baktığı bir konuyu tekrar ele alması bakımında ilgi çekici olsa da, beyazperde de kitaptaki etkinin yarısını bile yapmadığı oldukça net.Yine de ilgisini çekenler göz atsın bence bir…

Not: Filmin öyle bol twistli bir yapısı olmamasına rağmen, ürkekçe kaleme alınmıştır. İzleyin tartışalım…