13 Eylül 2010 Pazartesi

Canlandıranlar Yetenek Kampı

Canlandıranlar Yetenek Kampı, 2010 yılı boyunca süren, animasyon eğitimini- üretimini kapsayan 2010 ajansının desteklediği tek animasyon projesi olma özelliğini taşıyor. Berat İlk tarafından 2008 yılından beri yürütülen proje kar amacı gütmeyen, canlandırma sineması ile uğraşanların donanım kazanmasını, teknik açıdan daha kaliteli üretimler yapılmasını ve Türkiye’de yapılan çalışmaların arşivlenmesini hedeflemektedir.

2010-2011 döneminde de devam etmesi planlanan projenin destek bulması ve atölyelere animasyonla ilgilenenlerin katılımının sağlanması için tanıtımının yapılması üzerinde durulan noktalardan biri. Bu sebeple biz de 2010 AKB Ajansı Gönüllü Programı olarak Canlandıranlar Yetenek Kampı (CYK)’nın çeşitli iletişim ağları kullanılarak tanıtımlarının yapılması ve kamuoyuna duyurulması için çalışmaktayız.

Projenin en önemli özelliklerinden biri tüm atölyelerin ücretsiz olarak verilmiş olması ve www.canlandıranlar.com adresinin arşiv bölümünde kayıtlı olarak tutulup herkesin yararlanmasını sağlamasıdır. Atölyeler sonunda katılımcıların ürettiği projeler arasından seçici kurul tarafından 3 proje seçildi. Haziran ayında toplam 6 projenin çekim hazırlıkları başladı. Aralık ayında ise çekimi yapılan filmlerin gösteriminin yapılması ve çeşitli uluslar arası film festivallerine gönderilmesi planlanmakta.

http://www.canlandiranlar.com

17 Ağustos 2010 Salı

FAST FILM ve COPY SHOP
















Eğer daha önce Virgil Widrish adını duymamışsanız, özellikle kısa filmler kategorisinde çok şey kaçırmışsınız demektir. Ben de belki de hala kendisini duymayan vardır diye, bu sefer Virgil’in iki filmine değinmek istiyorum.

Öncelikle belirtmem lazım ki, Virgil, kelimenin tam anlamıyla “kırık” birisidir. David Lynch nasıl öyle bir adamdı, Virgil de aynı şekilde konuya hem derin, hem yüzeysel hem de ikisini aynı anda aynı yerde yapabilen bir kafaya sahip. “Deneysel” kelimesi bize ne çağrıştırıyorsa Virgil’e öyle çağrıştırmıyor o kelime. Deneysel kısa filmlerini izlediğinizde, zaten daha önce bu tip bir anatomide çok az film izlediğinizi fark edeceksiniz.

Virgil, kulvarındaki diğer sanatçılardan farklı olarak biraz daha popüler aslında. Özellikle filmlerini önce çekip, daha sonra frame frame ayırması ve üzerinde çeşitli “deneysel” şeyler yapıp tekrar bir araya getirip apayrı bir yapım ortaya çıkarması, onu benzersiz kılan özelliklerinden. Her yönetmenin çok titiz olduğu kadraj, çapak, titreme, odak vb konularda Virgil’in kural tanımıyor oluşu, kesinlikle onu daha değerli kılıyor bu sürü içerisinde.


COPY SHOP

2001 yapımı bu filmde, bir fotokopi dükkanında çalışan adamın, kendisini de kopyalayarak tüm dünyayı doldurmasına tanık oluyoruz. Film 133 kadar festival gezdi, 30 ülkede. TV kanalları filmlerini gösterdi ve daha önemlisi Oscar’a aday oldu çıktığı yıl. Film 18.000 fotoğrafın tekrardan editlenip birleştirilmesiyle oluşturulmuş ve 33mm ile 16mm’ye çevrilmiş. Kesinlikle unutulmaz bir tecrübe Copy Shop’u izlemek

http://www.youtube.com/watch?v=EaLvuAvazDI&NR=1




FAST FILM
Copy Shop’tan iki yıl sonra çıkan Fast Film, bana kalırsa en güzel filmi Virgil’in. Kendi çektiği değil ama daha önceden çekilmiş 300 tane eski filmden toplanan karelerle (ki sayıları 65.000 fotoğrafı geçiyor) animate edilerek hazırlanmış bir çalışma. Çoğu kült filme saygı duruşunda bulunuyor. Elbette gelişi güzel bir çalışma değil bu. Muhteşem bir kurgusu var ve zaten bu özelliği sayesinde pek çok ödül topladı. Virgil, bu filminde tüm “katlama” yeteneklerini konuşturuyor çünkü tüm kareler tek tek katlanarak (bazı yerlerde 3D objeler üzerine katlanarak) film ortaya çıkmış. Kat yerlerini ortaya çıkarmanın ve bunu atmosfere güzelce yedirmenin nasıl bir şey olduğunu bu filmden önce hayal bile edemezdim ben. 24 adet el kremi tüketilmiş film hazırlanırken ayrıca. El emeği, göz nuru dedikleri bu olsa gerek.

http://www.youtube.com/watch?v=Td6UObEEaQQ



8 Temmuz 2010 Perşembe

Green Zone


“Irak”, “savaş”, “masumlar”, “çorak sokaklar”, “silahlar, bombalar ve kan” kelimelerini kullanarak eminim ki en az beş film klon senaryo yazabilirsiniz. Zaten yazıldı da. Fakat Green Zone hariç. Bu kelimeler filmin içerisinde geçse de, şu ana kadar Irak’taki savaşa bu kadar farklı bir bakış atabilen bir film görmemiştik açıkçası. Güzel oldu.

İlk film olan Bourne Identity’yi yöneten Doug Liman’dan sonraki iki filmi (Supremecy, Ultimatum) alıp harika işler başaran Paul Greengrass’ı o güne kadar tanımıyordum açıkçası. Zaten öncesinde de çok iyi işler yapmamış, benim hatam değilmiş bilmemek ama Bourne serisini mihenk taşı haline getirdikten sonra Paul’u yakın takibe almaktan kaçınmadım. United 93’ü de sevdiğimi söyleyebilirim ama bu adamın sularının buralar olmadığı çok belliydi. Tavrını koyabileceği bir film şüphesiz aksiyon dozajı yüksek bir film olmalıydı. Öyle de oldu. Ultimatum biter bitmez, Imperial Life in the Emarald City kitabından esinlenerek bir film yapacağını dile getirmişti. Kitabın yazarı ve eski bir gazeteci olan Rajiv Chandrasekaran’ı da projeye dahil ederek önerilerini aldılar (bir dedikoduya göre filmi Rajiv’i anlatıyormuş). Böylece Green Zone daha ilk dakikada kendisine nasıl bir kulvar seçeceğini belli etmiş oldu.

WILLIAM JAMES Mİ, ROY MILLER MI?

Her şey asker RoY Miller’ın (Matt Damon) art arda yanlış çıkan istihbaratlardan şüphelenmesiyle başladı. En son gerçekleştirdikleri operasyon sonrasında da bu şüphelerini dile getirince Roy, CIA tarafından şüphesinin haklı bulunup gizli bir destek elde etti. Gerçekten de orduda bir şeyler ters gidiyordu. 2003 gibi, Saddam’ın kaçtığı bir dönemde halkın ayaklanmasına ramak kala, söylenen yalanlar çok kötü sonuçlar doğurabilir duruma gelince görev aşkı Roy Miller’ı harekete geçirdi ve olayların arka planına bakmak için hayatını riske atarak görevini icra etmeye koyuldu… “Sonrasını tahmin edebiliyorsunuz” demek geliyor içimden ama aslında pek de tahmin edemezsiniz. Çünkü bu film bize bir “Aksiyon filmi. Bourne’u yapanlardan!” şekilde tease edildi. Tamam, filmde iki okka aksiyon var ama bunun bir amaca bağlandığı yer, oldukça cesur ve samimi bir yer. Irak’ta dönen dolapların arka planının da arka planına, ordu-istihbarat-medya üçgeninde nelerin gerçekleştiğini “kurgusal” olarak anlatılmasını sadece “aksiyon filmi yeaa” şeklinde geçiştirilemez.

Filmde politika var, filmde siyaset var, film Amerikan ordusuna ve onun üst düzey yetkililerine fena giydiriyor, film basını çok fena eleştiriyor ve bunu yaparken de kör bir “anti”lik ile yapmıyor. (Hurt Locker’ı sevmeyenler bu filme tapabilir belki, bilemiyorum) Gayet profesyonel bir kılıkta bunu sergiliyor. Bu yüzden filmin ilk yarısı biraz durgun diyebiliriz. Sonra Paul aksiyon konusunda yeteneklerini sergiliyor elbette. Yaklaşık bir 20 dakika gözünüzü ekran ayırmanız zor. Buna Matt Damon’un çok iyi rol çıkardığının da katkısı büyük. Jason Bourne gibi mimik kasmamış Matt. Gerçekten de tarif edilen veya esinlenen karaktere bürünmüş. Profesyonel bir asker kör bir milliyetçi değil ama etik kuralları var. Tam bir görev adamı ama asla düşünemeyen bir koyun değil. Duygusal sayılır ama gerçekler her zaman onun için daha önemli. Amacı uğrunda kendi hayatını ne değersiz görüyor ne de egoistçe davranıyor. Bu yüzden inandırıcılılığı oldukça yüksek bir et, kemik, ruh üçlemesi. Paul’un vurgulamak istediği şeyleri anlatmak için yaratılmış çok iyi bir karakter diyebiliriz Roy Miller için.

Filmi beğenir misiniz, beğenmez misiniz bu beklentilerinize kalmış. Bourne gibi bir aksiyon filmi bekliyorsanız, hayır beğenmezsiniz. Aktüel kamera eşliğinde oradan oraya bağırıp çağırıp silahların sıkıldığı bir film işte. Ama Bourne’un yarısı kadar aksiyon ,ama değişik, iyi bir hikaye de bekliyorsanız, evet beğeneceksiniz diyebilirim. Film zaten görsel efektlerde oldukça bonkör davranmış. Sinemada aksiyonu iliklerinizde daha fazla alabilirdiniz elbette ama aynı şekilde iyi bir de ev filmi sayılır Green Zone. Biraz ritm sorunu var, orası kesin. Yan karakterler de pek merak uyandırıcı sayılmaz; merak duygunuzu çok okşamıyor film zaten ama filmi bir paket gibi görüp bunu size ajitasyon yapmadan vermesi Paul Greengrass’ın, işte bunu severiz! Alırız o paketi!

6 Haziran 2010 Pazar

A Man Who Was Superman / Syupeomaen-ieotteon sanai


CLARK KENT’İN YOLU BİR GÜN KORE’YE DÜŞER…

Senaryo yazımı hakkındaki kitaplarda ortak bir payda varsa, o da Asyalı yazarların hikaye/senaryo konusunda bariz bir farkının ve orijinalliğinin oluşudur. Neden? sorusu üzerine ayrı bir kitap yazılabilir ama bana tek bir film izletseler sanırım bunu anlardım. O film de bu filmden başkası olmazdı.


Filmin başlığını ciddiye alıp filme başladığımda, film henüz gelişme kısmına gelmeden bende biraz hayal kırıklığı bırakmaya başlamıştı ki, sabrımın karşılığını çok iyi aldım. Film bittiğinde vücudumda hazır ola geçmemiş bir tek tüy bile yoktu açıkçası. Böyle bir hikaye nasıl bir kafadan çıkar, niye çıkar; gerçekten oturup araştırılası ama yazar-yönetmen ismine baktığımızda Jeong Yoon-chul’u gördüğüm anda bir şeyler yerine oturdu. Kendisi, Kore’de yine çok ses getirmiş Marathon’un yazar ve yönetmenidir –ki Marathon ağlatır, süründürür izleyeni. Madeo/Mother’dan sarsıcı diyebilirim hatta. Neyse, konuya geri dönersek, bu film önce hikayesiyle, sonra yönetmenliğiyle, daha sonra görsel zenginliğiyle ve sonda da müzikleriyle tüm duyularınızı harekete geçirecek.

Soo-Jung, bizim Flash TV’ye denk düşen bir TV kanalında program yapımcısı olarak çalışmaktadır. Aslında hedefleri büyüktür ama şartlar şimdilik buna izin vermemektedir. Hele ki aylardır alamadığı maaşını hesaba katarsak, durum oldukça vahimdir aslında. Bir gün güzel bir hikaye yakalamak için kamerasıyla yine sokağa çıkar ama bir hırsıza kamerayı kaptırır. Burada filmimizin “Superman”i devreye girer! “Üstün” insan gücüyle kötü adamlara cezasını verir ve Soo-Jung’un kahramanı olur bir anda. Bu, tam da aradığı hikayedir aslındaSoo’nun. “Superman halkımızın içinde, dünyayı kurtarmaya çalışmaktadır. Bizden biridir o”. Tabii ki ortada ne Superman vardır, ne de başka bir şey. Adamımız biraz kaçıktır sadece ama pırlanta gibi bir kalbi olduğundan şüphe duymayız. Fakirdir, hiçbir şeyi yoktur, sokaklar onundur ama çok da mutludur, sürekli gülmektedir. Ama her şey de umrundadır. Ağaçlarda kalan kediler dahil… Ta ki arkasındaki hikayeyi öğrenene kadar film sizi oldukça eğlendirir ve bir anda tam tersi duygulara kapılıp hüzünlendirir, biraz hisli izleyiciler de göz yaşlarını –her Kore dramasında olduğun gibi- bırakacaktır.

UNDERRATED

Filmin hem Kore’de hem de dünyada biraz hakkettiği ilgiyi görmediğini düşünüyorum. Çünkü ortada, nasıl ki Truman Show’u orijinal kılan şeyler varsa, bu filmde de orijinal kılan pek çok şey var. Oyunculuksa oyunculuğun hasını Superman rolündeki Hwang Jung-Min yapıyor zaten. Resmen iki kimliği de muazzam oynamış diyebiliriz. Teknik açıdan harikalar yaratmıyor ama çok naif bir görsel yönetmenlik söz konusu. Kore sokaklarında ne kadar güzel planlar çekilebilirse, sokağın renkleri, orta şekerli güneşin ışığı ne kadar iyi yansıtılabilirse, hepsi çok iyi ayarlanmış. Müzik olarak da öyle K-pop müzikleri değil, Batı ezgileriyle süslenmiş, iç gıdıklayan tonlar icra edilmiş.

Hayatının Superman’ini bekleyen, “Dünya’yı ancak Superman değiştirebilir”, “Kaçıklık kötüdür”, “Farklı düşünmek anormaldir”, “Sevmek için çok neden gerekir”, “Yardım etmek için yardıma muhtaç olmamak lazım”, “Vermek için önce almak gerek”, “Sadece güçlü olanlar kazanır”... gibi şeyler düşünenlere özellikle öneririm filmi. Fikirlerinizi belki değiştirmez ama aklınıza ufak bir kıvılcım atmayı başaracaktır. Belli mi olur, belki bir gün siz de ellerinizin üstünde amuda kalkıp Dünya’yı itip durduğunuzu hayal edersiniz. 7.5