29 Ocak 2009 Perşembe

Doubt

Pulitzer ödülü John Patrick Shanley tarafından yine aynı isimle bir tiyatro oyunu olarak yazılmış bir uyarlama ile karşı karşıyayız. Filmin güçlü oyuncu kadrosunda Meryl Streep ve Philip Seymour Hoffman ve Amy Adams arzı endamdalar. Her ikisi de hiç şüphe götürmeyecek şekilde oyunculuklarının evvela kendileri tadını çıkarmış. Oscar yolculuklarında da performansları ile aday olmalarını filmi izleyince oldukça yerinde buluyorsunuz zaten. Keza döktürmüşler… Bir de filmde ayrıca olayı yemiş bitirmiş oyuncu var ki adını anmadan olmaz. Viola Davis… Kadın resmen ağlattı beni… Oyunculukların şahaneliği karşısında etkilenmemeniz neredeyse imkânsız. Sayın Streep öyle bir döktürmüş ki izlerken nerdeyse beni bile sindirdi.!!!

Kuşkunun ne denli tehlikeli olup, insanı aslında karara ne denli yakıştıracağının filmi bu. Basit, yoğun ve ağır bir film olduğunu belirtsem de, filmi izlerken zamanın hiç de ağır geçmediğini belirtmek isterim.

Disiplin ve korkunun mutlak gücüne inanan Rahibe Aloysius Beauvier(Meryl Streep) tarafından yönetilen bir okulda Peder Flynn(Philip Seymour Hoffman), bu okulun katı kurallarını sona erdirmek için uğraşırken çarptığı şey derin kuşkulara sahip bir kadından öteye geçiyor. Filmin temasından kaynaklanan bu şüphe durumu sinefillere fazladan fazladan endorfin salgılatacak kadar iyi kotarılmış.

Filmin izlerken rahatlıkla görebileceğiniz “temsiller” o derece başarılı ki kocaman kocaman tebrikler gönderiyorum buradan. Sembolize ederken düşülen hatalar yerine, kolay kavramaya yönelik ve asıl meseleyi sorgulatan yapısı ile sıkıcılıktan uzak ve üzerine düşünmeyi çağrıştıran bir sistematik tercih edilmiş. Henüz izlememiş olanlar için bunları deşifre edecek değilim tabii ki de ama oldukça katı kurallar içinde kendince anlamlar yükleyen Meryl Streep karakateri için bu semboller oldukça iyi yerleştirilmiş.

Filmi kesinlikle görmek lazım diye düşünüyorum. Bir şekilde izleyin derim ve sonlandırmak isterim.

"bir kez şüpheye düştün mü karara vardın demektir." (othello)

24 Ocak 2009 Cumartesi

Angst (1983)







“Angst” kelimesi Türkçe’de karşılığı olmayan Almanca bir kelime. Tanımına gelince, "Yabancılaşma ve yalnızlığın beraberinde getirdiği varoluşsal sıkıntı ve korku" demek. Dönüp geçmişe baktığımızda, sinema dünyasında “korku” hissini bizlere yansıtan pek çok kahramanla karşılaşırız. Ama benim bahsettiğim, filme adını veren cinsten bir korkuya, seri katil/katil biyografilerinden yola çıkan ve polis-katil paslaşmasından ziyade katil gibi düşünmeye sevk eden filmlerde rastlarız.




Kahramanımızın bir adı yok ve filmin tamamında anlatıcı da bizzat kendisi. IMDB’de “The Psychopath” diye geçiyor. Aralarında Shining’teki hâliyle Jack Nicholson, Henry: Portroit Of A Serial Killer’daki Michael Rooker dahil, on tanİtalike psikopatı bir araya koyun ve bunlardan birisi de Angst’taki olsun. En psikopatını seçmeye kalkın ve bu rol için biçilmiş kaftanın Erwin Leder olmadığını söyleyin, ben de size kafa göz dalayım.


Film hapishanede son saatlerini geçiren Psikopat’ın yemek yemesiyle başlıyor, tıraş olmasıyla ve bu sırada da neden hapishanede olduğunu ve genel ruh hâlini açıklamasıyla devam ediyor. “…Bana rüyalarımı sorduklarında onlara çiçeklerden bahsettim. Çiçeklerden. Her zaman sadece çiçeklerden. Aklımda, istediğim her şeyi hayal edebilirdim. Bu dürtüyü kullanmak için yapmam gereken tek şey bütün duygularımı dışa vurmaktı. Kodeste tek başıma olmam benim için iyiydi. Ama şu insanlara işkence yapma dürtüsü bastıramadığım tek şeydi… Biliyorum yine yapacağım, ama bu sefer yakalanmayacağım çünkü bir planım var. Tüm detayları gözden geçirdim. Tek yapmam gereken biriyle tanışmak…” Ve elinde bavulu, bir süre yürür, gördüğü ilk açık olan kafeteryaya girer. Parmaklıklardan kurtulduğu andan itibaren bir saat geçmeden plânlarını (!) gerçekleştirmeye başlar.


Kullanılan müthiş kamera açılarıyla, kahramanımızla birlikte koşuyor, kaçıyor, daha da önemlisi korkuyorsunuz. Ve bu korku, annem duyarsa da beni eşek sudan gelene kadar döverse, diye bir korku değil. Anne ve de aile, dolayısıyla aidiyet kavramınız zaten yok. Hayatınızın yarısından fazlası hapishanede geçmiş. Sınırınız yok. İnsanların dikkatini onları korkutarak çekmek sizi tahrik ediyor ve onlara şiddet uygulayarak tatmin oluyorsunuz. Partnerinizin kıçına attığınız zevk tokadının bir üst seviyesi gibi düşünün. İnsan bilincindeki, en şekillenmeye müsait olmayan dürtüler seks ve şiddettir. Ve bu iki eğilim, size, doğru ve yanlış kavramları küçük yaşlardan itibaren öğretilmediği için, bir aradayken anlam kazanırlar.



Cinayet işlemek de bu sebeplerden gayet doğal bir hâl alır. Ama alışık olduğumuz şey, plân varsa ona bağlı kalınması, katilin soğukkanlı olması ya da bir anlık heyecana kapılıp sonunda pişman olmasıdır. Ama burada bahsi geçen adamın ciddi rahatsızlıkları var ve tedavi edilebilecek türden olduklarını sanmıyorum. Kült film The Texas Chain Saw Massacre’deki ailenin gerçek hayattan, sosyal yaşamın sabit değerlerinden ve ahlâk kavramından uzakta sürdürdükleri hayatı bu adam tek başına ve tam da modern hayatın göbeğinde yaşıyor. Ani kararlar alıp tüm plânını bir anda iptal edebiliyor. Birisi gözlerinin içine baksa düşündüklerini anlayabileceğinden korkuyor. Kendini ele vermemek için vücudundaki kanı temizliyor, üzerini değiştiriyor ama cesetleri arabanın arkasından çıkarmıyor. Polise, filmin başında gözüne kestirdiği iki kıza ve aynı kafeteryadaki diğer iki kişiye, bagajı açıp da cesetleri gösterirken, onların hissedeceği şaşkınlıktan ve korkudan büyük keyif alıyor.


Kesinlikle emin olarak söylüyorum ki dönemini bırakın şimdilerde bile bu kadar gerçekçi ve yakın plandan cinayet sahneleri bulmak çok zordur. Böylesi bir psikolojiyi normal dediğimiz, ruh sağlığı yerinde olan bir yönetmenin ve senaristin seyirciye yansıtabilmesi imkansızdır. Avusturyalı yönetmen Gerald Kargl, öncesinde olduğu gibi Angst sonrasında da ortadan kaybolmuş. Senaryoyu birlikte yazmış olduğu Zbigniew Rybczynski öncesinde olduğu gibi animasyon ve kısa filmler yazıp çekmeye devam etmiş ve uzun metraj hiçbir projede de yer almamış.

Sözün özü psikopat olunmaz psikopat doğulur. Angst sinema tarihi için en mühim filmlerden biridir. Henüz izlememişseniz elinizi çabuk tutmanız da sünnet değil farzdır.

12 Ocak 2009 Pazartesi

Rang De Basanti(2006)


Hindistan sinemasının önemli isimlerinden ve Hindistan gençliğinin starlarından biri olan Aamir Khan'ın başrolde olduğu, Rakesh Omprakash Mehra'nın yönettiği devrim temennisi niteliğinde bir film.

Kurgusal açıdan oldukça üst düzeyde olan film genç bir ingiliz yayıncının Hindistan'ın ünlü beş devrimcisinin belgeselini çekme isteğiyle Hindistan'a gitmesiyle başlar. En apolitiğinden 5 gençle tanışır, arkadaş olur ve belgeseli çekmeye başlarlar.

Burdan Sonra Spoiler İçerebilir

Film kurgusal açıdan, karakterlerin problemlerini tek tek ele almasıyla ve özellikle çif zamanlı olmasıyla oldukça sürükleyici ve yoğun bir hal alıyor. Oyunculuğun ve müziklerin de oldukça iyi olması 2 saat 50 dakikalık filmi rahatlıkla, hiç sıkılmadan izlememizi sağlıyor. Yalnız Hint klasiği dans sahneleri olmasaydı film yarım saat kadar kısalırdı.

Filmin en beğendiğim özelliği Hindistan'ın ilk komünistlerini tanıtması. Genç yayıncı Sue (Alice Patten) bu 5 devrimcinin belgeselini çekmek için şirketinden bütçe talebinde bulunduğunda; "Gandhi'yi çekersen para veririz, Gandhi her zaman tutar, hatta Che bile olur" gibi yanıtlar alıyor ki burada sol geleneklerin veya karşı duruşların popüler bir tavırla nasıl işlendiğine yönelik bir eleştiri olması memnun edici.

Ayrıca filmde Hindistan gençliğinin nasıl depolitize olduğuna, nasıl politize olabileceğine ve müslüman - hindu; Hindistan - Pakistan sorunlarına da değiniliyor. Bazı sorulara da "kendi çapında" denebilecek şekilde cevaplar veriliyor. Kendi çapında diyorum çünkü filmin başında Lenin'in isminin referans verilmesine karşın, bir devrimin hangi yollarla yapılabileceğine ya da gerekliliğinin hangi düzeyde olduğuna dair verilen cevaplar beni hiç tatmin etmedi açıkçası.

Film de anlatılan beş devrimci gencin Gandhi döneminde mücadele vermesi, o dönemde sadece "pasif direniş" olgusunun yer almadığını aksine gayet militarist ve şiddetli bir şekilde mücadele veren insanların olduğunu görmemiz filmin bir diğer artısı. Ancak bu dönemi izlerken olayları Türkiye ile karşılaştırmadan edemiyorsunuz. Keza gayet "vatansever", "ulusalcı" bir solun varlığı (elbetteki İngiltere'nin emperyalizmine karşı verdikleri mücadele bunun başlıca sebebi) ve mücadele yöntemleri bizde yaşanılanlarla oldukça net bir şekilde kesişiyor.

Bunun dışında yine Gandhi filmini izleyenlerin ya da dönemi okumuş olanların bileceği,
Jallianvala Bagh katliamına kısaca değiniliyor ama olayların gelişim süreci sebep ve sonuç ilişkisine bağlanmadan kesiliyor. Filmin belki de en eksik tarafı politik olaylardan ve mücadelelerden bahsederken sebep-onuç ilişkisini, amaçları yeterince anlatamaması. Yani İngiliz emperyalizmi, sınıf mücadelesi gibi olgulardan neredeyse hiç bahsedilmiyor. Sadece bariz şekilde ortada bulunan yanlışlara müdahale etme çabasında bulunan gençler görüyoruz.

Son olarak filmde anlatılan politikleşme sürecinin "orduya katılın, polis olun, yönetimi ele geçirin işleri anca bu yolla düzeltebilirsiniz" görüşü ise benim için tam bir fiyaskoydu. Belki beklentilerim biraz fazla olduğu için bel ki de yöntemlerin aslında dünya solunun yetersiz yöntemlerinin birçoğuyla birebir uyuşması sebebiyle bu anafikri beğenmedim.

Sonuç olarak, kişisel olarak ne kadar militarist ve yetersiz bir mesaj verdiğini düşünsem de popüler tarihin dışında bir noktaya ve Hindistan'ın bugünkü haline değinmesiyle ve kurgusuyla izlenmesi gereken önemli bir film.. İyi seyirler dilerim.

http://www.imdb.com/title/tt0405508/


11 Ocak 2009 Pazar

The Curious Case of Benjamin Button

Geçen sene Zodiac ile Fincher açlığımı biraz olsun bastırmıştım. İyiydi, hoştu da, yine birşeyler eksik dedirtiyordu. Panic Room'u zaten hiç hesaba katmıyorum. Fight Club'tan beri şöyle istiyordum ki Fincher gelsin tokatlasın beni, yerden yere vursun, kaşım gözüm patlasın... Yani o Finchervari şiddetiyle istiyordum bunları ama ağabeyimiz beni yanlış (yerden?) anlamış. Çok farklı yerden, bel altına vurdu son filmiyle; 160 dakika hem çok zor geçti benim için, hem de çok kolay...

"Yani şu konudan bile şöyle bir trajedi çıkarmış ya, helal" demiştim en son The Wrestler için. Seviyorum bu tarz hayatın içinden hikayeleri. İlla allı pullu süslemeden de insan hayatını izleyiciye sunabilirsiniz, zaten usta yazar-yönetmenlerin de işi bir yerde budur. Ama ben D. Fincher'ın hiç bu taşın altına elini sokacağını düşünmezdim. Yani en fazla Se7en'daki son kadar beni şok ederdi, diye düşünmekteydim ve The Curious Case of Benjamin Button çıka geldi.

Yazar koltuğunda Forest Gump ve Munich'ten tanıdığımız Eric Roth (ona yardımcı olarak da Robin Swicord (bkz. The Jane Austen Book Club) bulunuyor. Ama esin kaynakları Scott Fitzgerald'ın hikayesi... Filmimizde Benjamin Button adında bir bireyin garip hikayesine konuk oluyoruz 160 dakika boyunca.

Şöyle ki, Benjamin diğer çocuklardan farklı olarak dünyaya gelmiştir. Yaşlıdır. Yani ölmekte olan 80 yaşında birinin bedenine sahiptir. Ama tek farkı ölmeyecek oluşudur. Onun kaderinde zaman geçtikçe gençleşmek vardır. Zaten fragman'ları izlediğinizde gözümüze sokulan "garipliğin" bu olduğunu kaçınılmaz olarak görüyoruz. Hikaye ilginç eyvallah diyoruz ama film kendi içerisinde size başka şeyi el altından veriyor, inceden inceden...

Milyarlarca insanın bebek doğuyor ve yaşlı ölüyor. Hiç bir şey hatırlamadan, muhtaç ve yalnız doğup ölüyoruz. Eğer bu düzeni bir kez bile tersine çevirirsek, sizce bir hayat daha mı iyi olur yoksa daha mı kötü? İşte film boyunca derin bir empati sürekli yakanıza yapışıp duruyor.

Ne yapar normal bir insan ömründe? Yürür, konuşur, koşar, okumayı öğrenir, eğitim alır, çalışır, sever, sevilir, ürer, emekli olur, yaşlanır, ölür ve çürür büyük bir bedenle. Bunu tersine çevirdiğimizde de hayatın dinamiklerinin aslında pek de değişmediğini hatta yer yer "allahtan böyle değilmiş ya" dedirttiğine şahit oluyoruz.

____Filmi izlemeyenler için Spoil olabilir____
Benjamin bir çok insan tanıyor hayatında. O gençleşip sağlam bir vücuda erişene kadar da çevresindekiler yavaş yavaş eğilip bükülüyor. Birer birer ölüyor sevdikleri ve bununla yaşamaya alışıyor BB. Bu duygu filmde çok iyi verilmiş. Bu duygu benim peşimi mesela günlerce bırakmamıştı. Tüm sevdiklerim tek tek ölecek ve ben izleyecektim! Büyük bir lanet gibi geldi. Sonra aşk hayatı devreye girdi. Çocukluk aşkıyla, tam orta yaşta bir oldular. İkisi de normal gibi gözüküyordu ve dolu dolu kısa yıllar geçirdiler. Ortaya bir çocuk girdiğinde son tabloyu hayal etmeye çalışmıştım ve boğazım düğümlenmişti. Çocuğunla aynı seviyeye gelmek demek bir baba için en büyük gazaptır belki de. Karısı tarafından özellikle, sevdiği adamın giderek ufalması, hafızasını yitirmesi, o güzel günleri unutması... Yanındaki yoklukla yaşamak da bir eş için şüphesiz büyük bir yürek yarasıydı... İşte bu duyguyu da öğrendik bu filmle; 2 insana 1 aşka ağladık. Böyle olmasaydı keşke dedik (ben dedim en azından) ve benim bittiğim an, günlüğü okuyan kızın fotoğraf arkalarını okuduğu planlarla başladı... BB'ın babalık yönüne çok uzaklardan şahit olduk. Ben çok karmaşık duygular içerisine girdim açıkçası filmden sonra. Yani kostümmüş, ışıkmış, dekormuş, senaryoymuş, bu film elementlerinden anında koptum. Film yakalamıştı artık ve bitene kadar da bırakmayacaktı beni. Bırakmadı da, BB son monologu çok anlamlıydı. Bazılarımız bu hayata bir şey için veya bir kişi için gelir. Onu icra eder, göçüp gideriz. Nasıl doğumuzun veya öldüğümüzün burada pek bi önemi yok. Dünyaya geliş amacımızı bildik ve yerine getirdik mi, gerisi pek de önemli değil... Filmdeki yan karakterlerin de zaten bu azmini gördük sürekli. Örneğin o yüzme meraklısı kadın, geç kaldı dediğimiz anda yapması gerekeni yaptığını gördük. Aynı şekil de onu sokağa bırakan babasının da er ya da geç, amacının aslında ne olduğunu anlayıp oğluna geri dönmesi, hep aynı şeye işaretti...

________________________
Film, seyri kolay ve anlaması çok basit bir film değil. Fincher estetiğine sahip olduğu gibi, biraz da ağır işleyen, 2 zaman arasında gidip gelmelerle kafa karıştıran bir yapıya sahip.

Brad Pitt'e burada bir paragraf ayırmak istiyorum. Gerçekten döktürmüş. Bu rol onun içinmiş yani. O ağır makyaja büründüğünde de, kendi halinde de harika oynuyor yani. Bence bir süre de olsa hayatına Benjamin olarak devam etmiştir :)) Golden Globe veya Oscar ödüllerinden birini kesin alacak gözüyle bakıyorum.

Cate Blanchett de aynı şekilde nefis bir performans ortaya çıkarmış. İhtiraslı genç halini de, hasta yatağında ölmeyi bekleyen hali de muazzam. Ben özellikle orta yaş-ihtiyarlık arasındaki zaman dilimindeki tavırlarına hasta oldum. Artık o "dünyaya parmak atıyorum" kısmını kesmiş atmış, yaşadığı trajedilerle beslenmiş, oturaklı bir karakterle hayatın sırrını çözmüş ama yalnızlıkla da sanki başa çıkamayacakmış gibi davranması yüreğimi acıttı diyebilirim. Dilerim o da ödülünü kapar.
Filmin geride kalan herşeyi aslında harika; dekorlar, ışıkların harika etkiler, farkettirmeden kulağınızı okşayan tınıları, ustaca kotarılmış makyaj ve görsel efektler vs, her biri olması gerektiği gibi hatta fazlasıyla Finchervari değil. Bu adama neler oldu böyle diyebilirsiniz filmden sonra ama açıkçası bayıldım ben. Böyle filmler görsek kendisinden her 5 yılda bir, kafi bence.

The Curious Case of Benjamin Button yakında sinemalarda. Gidin izleyin, farklı, garip bir tecrübeyle sıcak evlerinize dönün. Çoğunuz bir "film" izlemişiğiyle hayatına kaldığı yerden devam edecektir ama ben eminim ki bazılarınız da yatmadan düşünecektir bu topraklardaki amacını. Tabii film size hayatın sırrını filan vermiyor, beklemeyin böyle bir şey filmden elbet ama acı bir gerçeği gözünüze sokmaktan kaçınmıyor: NOTHING LASTS ... 8.5/10

10 Ocak 2009 Cumartesi

Taare Zameen Par



Hollywood'un çok sık kullandığı bir konu; hizaya gelmesi zor, normalin çok dışında öğrenci veya öğrencileri yine kendi anormallikleriyle aynı seviyede bir öğretmenin hizaya getirmesi... Bunu bir de Bollywood'dan izlemiş oldum. Yalnız konuyu ele alış biçimi açısından filmin uzunluğu (165 dk.) ya da bilindik bir konu olması baymıyor.

Filmin yönetmeni ve başrol oyuncusu Hindistan sinemasının ünlü bir jönü olan Aamir Khan. Ancak filmin esas oğlanı, Ishaan rolündeki Darsheel Safary (ki kendisinin bu rolle en iyi erkek oyuncu ödülü var imiş). Filmin konusundan fazla bahsetmiycem ama yine de ufaktan konusuna ve özellikle de hissiyatına değinmekte fayda var. Dedik ya bilindik konu; küçük Ishaan okulla uyumsuzluk gösteren, özgürlüğüne düşkün şimdiki şehirli anne babaların "amann çocuğum hiperaktif" cinsinden veryansın edeceği bir velettir. Başına gelenler kendisini ailesinin gözünde yola gelmez çocuk durumuna düşürünce babası tarafından yatılı okula yollanır. İşte burda da devreye kendisini çocuklara adamış, nerde mazlum çocuk görse gözleri dolan süper öğretmen Ram (Aamir Khan) girer. Buradan itibaren öğretmen - çocuk ilişkisi işlenmeye başlanır.

Filmde "Mahmut Hoca" nasihatlerinin ailelere yedirilmesi az da olsa göze çarpsa da rahatsız edici bir hale gelmiyor. Bunun dışında Ishaan'ın hayalgücünün, korkularının, depresyonlarının tam da bir çocuk gözüyle aktarılması açısından animasyonlar kullanılmış bu da filme büyük akıcılık katmış. Hatta görsel açıdan filmi çok üst noktalara taşımış diyebiliriz.

E Hindistan yapımı film izlersin de şarkılar, danslar görmez misin? Film kısmen müzikal tabi ama içiniz rahat olsun kıllı bıyıklı amcaların morlu sarılı gömlekleri ve dar kot pantolonlarıyla kıç salladığı bir film değil. Hatta müzikler oldukça leziz, şarkıların girdiği sahneleri müzikal sevmeyen biri olan ben bile sıkılmadan izledim.

Öğretmenlik mesleğinin sisteme sunduğu hizmetin ve militarizasyonun ilk ayağı olmasının yanı sıra öğretmenin birey olarak birşeyleri değiştirmedeki rolünü de anlatan film sonuç olarak herşeyiyle mükemmel olmuş bir film. 2007 yapımı ancak 2009'da izlediğim en iyi film şimdilik.

Kaçırmayın derim.
http://www.imdb.com/title/tt0986264/




8 Ocak 2009 Perşembe

Harold and Maude-1971


1971 tarihli ve belki de sinema tarihi içerisinde hep underrated kalmış fakat nazarımda şaheser hükmünde olan bu filmi izlememiş olanlara tanıtmak, izlemiş olanlara da hatırlatmak için filmle ilgili kısaca bilgi vermekle başlayalım.

Yönetmen, ikinci filminde oldukça sıra dışı bir filme imza atmış Hal Ashby. Bud Court(Harold) ve Ruth Gordon(Maude) ise filmin aşmış performanslarına imza atmış iki oyuncu. Konusu itibarı ile zamanında oldukça rahatsız edici bulunsa da, oldukça etkileyici bir hikâyenin bulunduğunu şevkle ve zevkle belirtirim. Kara mizah örnekleri içinde çok yukarılarda duran bir film…

20’li yaşlarında olan Harold, zamanını devasa malikânelerinin içerisinde sadece annesi ile beraber geçiren, hiç arkadaşı olmayan ve hayli tuhaf alışkanlıkları olan birisidir. İntihar eğilimleri ona türlü imkanlarla hazırladığı bu ufak intihar oyunlarını çoğunlukla annesi ve annesinin bir eş adayı seçmesi için eve çağırdığı kızlara sunmasında her türlü imkanı vermektedir.(Hazırlanan intihar sahnelerinin oldukça iyi çekildiğini belirtmek isterim. Özellikle açılışta yer alan ve tek kamera ile çekilen hazırlık sekansının harikalığı karşısında şapka çıkarmaktan başka bir şey düşünülemez sanırım).Harold bu yalnızlığı içerisinde seçtiği ve içsel bir çıkış olarak, tanımadığı insanların cenazelerine gitme seanslarından birinde en az kendisi kadar ve hatta daha da fazla enteresan Maude ile tanışır. Maude 80 yaşına girmek üzere olan bir kadındır. O da tıpkı Harold gibi tanımadığı insanların cenazelerine gider, ama tek farkla: araba çalmak için…

Kısa zaman içerisinde, hayran kaldığı Maude ile araba çalmaktan garip pikniklere kadar türlü deneyim Harold hanesine yazılacak ve beyazperde hafızalardan çıkamayacak bu çifti bağrına basacaktır.

Aralarında gelişecek ilişkinin boyutları, filmin çekildiği dönem itibarı ile oldukça tepki toplasa da azılı hayran ordusu desteği ile kült bir film haline gelmeyi başarmıştır ve uzun bir süre vizyonda kalmıştır.

Filmin bünyesinde bulunan ve tam da 70’ler ruhuna uygun konformizm eleştirisi ve yeni dünyaya ilişkin söylemler de, bugün bile kimilerince düstur olarak kabul edilmekte hiç zorluk çektirmiyor. Savaş karşıtlığı ve maddiyatçılık gibi temel noktalardaki kenarları ustaca çizilmiş yapısı her izleme seansında bir kere daha düşünülmeli sanırm. Sırf bu noktalardaki hiddetli başarısı bile filmi önemli ve sinefiller için arşive dair kılmaya yetecektir.

Şaşırtıcıdır ki çiftimizi canlandıran iki oyuncuya bir ödül verilmemiş. Filmi izleyenler bu olağanüstü performans karşısında küçük dillerini yutabilirler.

Filmin atmosferine kaymak süren müzikler Cat Stevens tarafından film boyunca adeta bir marş edasıyla resmi geçitte yer alıyor. Filmin bildiğim kadarı ile bir soundtrack albümü olmayışı da arşivciler ve filmin beni de içeren azılı fanları için ayrı bir keşke kaynağı olarak bir yerlerde işte.

Bu arada iddialı olacak belki ama filmde en iyi final sahnelerinden birisi var. Uyarmadı demeyin… Spoiler vermeden bu kadar anlatabildim, umarım bir halt yememişimdir.

Beyazperdenin büyüsüne kapılanları filme ulaşmaları için itekliyor, cesur, provokatif ve söyleyecek bir şeyi olan filmlerden hoşlananlara şimdiden keyifli seyirler diliyorum.