19 Mart 2009 Perşembe

Seven Pounds


Inarritu'nun tarzını tam olarak benimsemese de hikayenin ana hatları itibariyle " farklı hayatların kesiştiği, yabancıların aslında pek de yabancı olmadığı, ağdalı müzikli ve durgun sahnelerle dolu dram" türüne rahatlıkla girebilecek bir film Seven Pounds. Aslında hayatların kesişmesinden ziyade tek kişinin yalnızlığını, uğraşlarını ve hayatına bulaştığı insanları izliyoruz. Film yepyeni bir şey anlatmıyor tabi; life is unfair, aşık olduğun kişiler hayatlarını kaybetsinler ya da seni terk etsinler diye vardır, bir olaya sebep olma derecen ne olursa olsun pişmanlık peşini bırakmaz, hayatta devasa zor seçimler yapmadıkça hiç bir ilerleme kaydedemeyiz gibi tagline olabilecek şeyler söz konusu. "Yedi Yaşam, Yedi Yabancı, Bir Sır" çok daha Hollywood elbette.


Will Smith mükemmel bir yüz, mükemmel bir oyuncu. Pursuit of Happiness'daki işe kabul edilme sahnesinden sonra bu konu üzerine konuşmak yasaklandı gerçi ama harika ya tek kelimeyle. Kendisini takdir ediyor, yer yer iki saatlik süreye zorla uzatılmış gibi duran filmi tek başına sırtladığı için alkışlıyorum.


Jellyfish'li final sahnesi gereğinden fazla yaratıcı olmuşsa da sonu çok vurucu. 2 saat süre boyunca gerilim yükselmiyor belki (fazla tahmin edilebilir olması ve zaten verilen flashback'ler ve çok açık ipuçları) ama duygusal yoğunluk her geçen dakika artıyor ve bazen çaktırmadan gözleri de doldurtuyor. Ha bu tek başına Jesus Christ olma hadisesini I Am Legend'da da yapmıştı Will Smith, bu hadise biraz rahatsız edici olabilir.

13 Mart 2009 Cuma

Hunger (Açlık)

Steve McQueen imzalı filmimiz bir açlık grevini konu alıyor. Kısaca bahsetmek gerekirse Şubat 1972 yılına kadar sıradan suçlu muamelesi gören tutuklu IRA militanları, bu tarihten itibaren politik suçlu statüsünün kabul edilmesini isteyerek açlık grevine başlamışlardır.

Politik statü olarak adlandırılan bu taleplerinde, 'Savaş Esiri' olarak görülmek istiyor, hapishanedeki iş kollarında çalışmak istemiyor ve hapishanenin verdiği suçlu üniformasını giymek istemiyorlardı. Yapılan bu açlık grevi başarı ile sonuçlanmış ve Politik Haklar kabul edilmiştir.

Fakat 1976 yılında İngiliz Hükümetinin aldığı karar sonucunda, 1 Mart 1976 tarihinden itibaren tutuklanan militanların bu hakları ellerinden alınmıştır. Bunun sonucunda 'Battaniye' ve 'Yıkanmama' protestoları başlamıştır. Konu ile ilgili detayları biraz aşağıda bulabilirsiniz.


Konusu yeterince şey ifade etse de sinematik anlamda konunun güçlü ifadesi gerçekten de takdire şayan. Mükemmel oyunculuklar diyalogun neredeyse minimumda kullanıldığı anlarda iyice doruk noktasında. Ayrıca midenizin ve aklınızın zor anlar yaşayacağı uyarısıyla izlenmesi gerektiğini de hatırlatmalıyım.

Film içerisinde görsel anlamda kuvvetli vurgular seçilmiş ve iyi göndermeler yapılmış. Sembolik göndermelerde bir araç olarak kullanılan, “saat-yüzük ve silah” film içerisinde önemli vurgulara sahip olmuşlar. Bir gardiyanda vücut bulan bahse konu simgelerin film içerisindeki muazzam konumlandırılması birçok alkışı gerektiriyor. Gardiyanların da psikolojik çöküntüsü çok iyi işlenmiş ayrıca.

Teknik olarak tek planda çekilen uzun bir diyalog sahnesi var ki, uzun süre akıllardan çıkmaz. Bu kadar uzun süre içerisinde oyuncuların konsantrasyonu ve ikna kabiliyetlerinden bir şey kaybetmemesi bu sahne için ne kadar hazırlandıklarını akla getiriyor. Çok başarılı.

Ama ben en çok, yeni başlayan kar sırasında, bahçede sigara içen gardiyanın az önce dövdüğü mahkum yüzünden ellerinde oluşan yaralara değen kar tanelerine baktığı sahnede dağıldım.!!! Tek kelime ile muhteşem…

Yönetmenin ilk filmi olduğunu belirteyim ve uyarımı yapayım. Kesinlikle izleyin…

Ek bilgi:

Battaniye Protestosu (Blanket Protest) :
14 Eylül 1976 yılında tutuklanan Kieran Nugent tarafından, hapishanenin verdiği üniformayı giymeyi reddederek başlamıştır. Bu olayın duyulmasıyla tüm yeni gelen mahkumlar protestoya katılmışlar ve üniforma giymeyi reddetmişlerdir. Bunun önüne geçmek isteyen hapishane yönetimi, üniforma giymeyi reddeden mahkumların odalarında bulunan eşyaları çıkartmış ve mahkumlara verilen yemeklerde kısıntıya gitmiştir. Direniş kırılamayınca ceza ağırlaştırılmış, yönetim havalandırmaya çıplak çıkılamayacağı bahanesiyle mahkumları 24 saat hücrelerinde tutmaya başlamıştır. Tüm bu olanlardan dolayı IRA, hapishanede çalışan memurlara yönelik şiddet eylemlerine başlamış ve 5 yıllık protesto süresince 19 hapishane memurunu öldürülmüştür. Hapishane çalışanlarına yönelik bu şiddet eylemleri, mahkumlarla gardiyanlar arasındaki gerilimi arttırmış ve bu da 'Yıkanmama' protestosunun başlamasına neden olmuştur.

Yıkanmama Protestosu (No Wash Protest - Dirty Protest) :
1978 Mart'ında mahkumlar, banyoya giden mahkumların memurlardan dayak yediklerini bildirerek, banyoya gitmeyeceklerini, banyo ihtiyaçları için hücreler duş kurulmasını istemişlerdir. 1978 Nisan'ında bir mahkumla bir gardiyan arasında çıkan kavganın neticesinde mahkum tecride götürülmüştür. Tecritte arkadaşlarının dayak yediğini duyan diğer mahkumlar hücrelerindeki mobilyaları parçalamışlardır. Buna karşılık hapishane idaresi odalardan tüm eşyaları çıkartmış, mahkumlara sadece bir şilte, bir battaniye ve tuvalet ihtiyacı için de birer lazımlık vermiştir. Buna karşılık mahkumlar hücrelerinden çıkmayı reddetmişlerdir. Mahkumların hücrelerini terk etmemesi sebebiyle hücreler temizlenemiyor ve lazımlıklar boşaltılamıyordu. Boşaltılamayan lazımlıklarda biriken "artıkların" fazlalaşması sebebiyle mahkumlar bunlarla duvarları sıvamaya başlamışlardır. Böylece 'Yıkanmama Protestosu' doğmuştur.

Not: Ek bilgide yer alan bilgiler,filmin altyazıları ile birlikte gelen notlardan alınmıştır.

3 Mart 2009 Salı

İKİ ÇİZGİ

İki Çizgi vizyona girmeden önce belli başlı birçok festivali gezdi. Dünya prömiyerini 65. Venedik Uluslar arası Film Festivali’nde, Türkiye prömiyerini de 45. Altın Portakal Film Festivali’nde yaptı. Gezdiği ülkeler de Norveç, Yunanistan, Brezilya, Tayland, İtalya, Mısır, Rusya, İngiltere, Hollanda, Almanya, Güney Afrika ve Avusturya… İnsan ister istemez film buralarda vizyona girmeden geri dönüşleri merak ediyor(du). Genelde film yurt dışından olumlu eleştiriler almıştı. Özellikle de İtalya’dan. Ben de yurdum seyircisinin tepkisi ne yönde olacak çok merak ediyordum. Hayır, yani zaten ilgi gösterilmeyecekti de, ne kadar az ilgi gösterip ne kadar çok beğenmeyecek olacak, onu merak ediyordum.



Aklımdaki tahminde yanılmadım. İlk haftası olmadan “çok sağlam” eleştiriler aldı film. Beğenildi, beğenilmedi, ama bu kısma sonra geleceğim. Filme geçelim.





İki Çizgi ne en iyi Türk filmi, ne de en kötüsü. Ne büyük bir klişe ne de büyük bir orijinallik taşıyor. Zaten böyle bir hedefi de yok. Sancısı başka, derdi başka. Ne bir çok mekanda geçiyor film, ne onlarca oyuncusu var, ne de milyon dolarlık bütçesi. Ama elindeki avucundakini de son dirhemine kadar çok iyi kullanan, bundan daha iyisi çok zor olabilecek bir film olarak da karşımıza çıkıyor. Eğer asıl merak ettiğiniz kısım “Film iyi mi?” ise cevabım “Evet, iyi”… Bundan sonrasını okumak istemek isteyenlere de neden iyi olduğunu anlatmaya çalışacağım.






KARAKTERLER
Filmin merkezine oturan karakterimiz Selin (Gülçin Santırcıoğlu). Kendisi artık orta yaş dediğimiz bölüme gelmiş, işi gücü yerinde, maddi olarak özgür, her hangi bir kelepçesi olmayan, güzel zevkleri olan, çok da “bizden” farklı olmayan bir bayan. Ona eşlik eden karakterimizse Mert. Henüz gençlik rüzgarını ensesinde hisseden, fotoğrafla uğraşan, maddi olarak Selin’den beslenen, bulduğu fırsatlarda da gençlik açlığını, fantezilerini gidermeye çalışan, toy bir çocuk diyebiliriz. Evet, bu da bizden.




Artık uzun bir ilişkinin (3-4 yıl belki) getirdiği sorumluluklar yük olmuş, ilişkinin tadı tuzu kaçmış, eskiden paylaşılan bazı şeyler gitmiş, sadece ihtiyacı şeyler karşılanır olmuş, çoğu çiftin yaşayabileceği bir soğuklukla giden bir yaşantının arasına dahil oluyoruz birden İki Çizgi’de.
Film çok güzel bir tiyatral sahneyle açılıyor. Buradaki oyun kadar, gerçekle oyun arasındaki farkın hissedilebilir olması da göze çarpan ilk şey. Zaten filmin geri kalan her yerinde de birçok metaforlarla karşılaşıyoruz. Örneğin hemen peşinden bizi oyuncak bir ayı karşılıyor. O ayıcık onların iyi ve kötü (çok kötü) anılarına tanıklık eden, sevimlilik temsilcisi tabii. Film “çooook” durağan diyemeyiz. Örneğin güzel bir “hırsız” olayı filmin başlangıcına eşlik ediyor. Ve film metropolden çıkıp bir yol hikayesine katılıyor. Biz de böylece karakterleri biraz daha iyi tanıyoruz.

Filmde diyalog sayısı az diyebiliriz. Bu tip örnekleri İtalyan, Fransız filmlerinde hatta Kim –Kiduk sinemasında da görebiliriz. Bu bir tercih olarak karşımızda elbette. Bazı eleştiriler “orada şu nasıl denilmez, erkek karakter nasıl susar” gibi şeyler var. Zaten filmin özelliği de bu. Filmde aslında konuşma var, ama sadece konuşulmayan kısımlara biz eşlik ediyoruz. Çünkü bu filme dırdır bırbır konuşmak hiç mi hiç yakışmazdı. Örneğin filmde çift bir anda tatile çıkıyor. Normal bir filmde o tatil kararı alınıp yola çıkana kadar en az 5 dakika geçerdi gereksizce. Zaten kurguda atılan “tatile gidelim mi?” tarzı planların olduğunu biliyoruz (artık siz de biliyorsunuz:))Bu tamaiyle bir seçim yani. Güzel de bir seçim. Sessizlik, konuşmamak eğer yerince kullanılırsa konuşmaktan çok daha iyi bir etki yarattığı biliniyor ve Selim Evci de bunu henüz ilk filmi olmasına rağmen iyi kullanıyor. Ayrıca bu “boşluk” izleyicinin kafasındakileri beyninde yankılanmasına,ardından hoş bir empatiye yerini bırakıyor. “Ben olsam orada bir tokat atardım, görürdü” veya “aa niye sarılmıyorlar ki şimdi” tarzı her izleyende bir şey canlanıyordur.


DOKUNMA KORKUSU
Tabii ki film sinopsisini tüm genlerinde taşıyor ama bir çok metafor da alt metin oluşturuyor biz “kurcalamayı seven” izleyicilere. Örneğin çok güzel bir kaplumbağa planı var filmde. Şehirli bir kadının ürkekçe kaplumbağaya erişmeye çalışıp başarısız olması gibi tanımlanacağı gibi, hem evli, hem evsiz sayılabilecek, evini sırtında götüren, asla o bakımda özgür olamayan, hayatı yavaş ama çok uzun yaşan bir “karakteri” elde etmeye çalışıp erişememekte çıkacak onlarca anlamdan birisi olabilir. Aynı planın tabii o kadar iyi kesilip “acaba hayal mi gördü” sorusu da peşi sıra geliyor.



Filmin bence en güzel sahnesi olan ayçiçeği tarlasındaki “Ben”lik duygusu gerçekten tavan yapıyor. Toplumda herkesin “ben” olduğu şu yaşamda “aman bana ne ki, o ‘ben burdayım’” desincilik oyunu çok zekice kotarılmış olarak zihinlerimizdeki yerini aldı açıkçası.
























(Spoil olabilir bu paragraf)
Elbette bu tip düşündüren imgelerin, sahnelerin bir amacı var. Onların çoğu da bizi filmin sonuna taşıyor. Artık o sünepelikten çıkışın, sevgiyle sevişmekten tecavüze, bir erkeğin (hem de toy, naif bir erkeğin) nasıl geçtiğini, neden geçtiğini tüylerimiz diken diken izliyoruz. Buradaki oyunculuk da çok iyi açıkçası(filmin genelindeGülçin harika, Kaan’sa idare eder seviyede). Tabii ortada bir tecavüz var mı yok mu, kurulan fantezinin devamı mı, aslında kadın karakter hiç de razı değil gibi mi yoksa rahatsız gibi davranıyor oluşunun da fantezideki bir yeri mi… Bu ve bunun gibi sorular da senaryonun (ki 4 yılda yazılmış senaryo) bir diğer başarısı olarak göze çarpıyor.

Filmde hiç “kesin şudur, budur” diyebileceğimiz bir şey yok. Filmin bir sonu yok. Filmin sonunu biz yazıyoruz. Daha önceki sahnelerde de durum aynı. Kendimizden bir şeyler filme katabiliyor, yola beraber devam edebiliyoruz. Sinyal lambasının tiktaklarından dünyaya bir aynadan bakabiliyor, dilek ağacındaki bir dilek olabiliyor veya kurulan fantezideki yan bir karakter olarak objektiften filme geçebiliyoruz. Evet bunun da adı başarıdır.

Film hakkında aslında çok yazılıp çizilebilir ama özetlemiş olduğumu düşünüyorum bazı şeyleri. Lakin film eleştirmekle çamur atmak arasındaki “ince çizgiye” biraz parmak basmak istiyorum.


ÇAMURSAL ELEŞTİRİ
Bazı ünlü sinema portallarında Selim Evci’nin kısa filmci kimliğinin film eleştirilerine etiketlendiğini görebilmekteyiz. Doğrudur veya değildir burası tartışılır ama tartışılmayacak şey, “kısa filmin” kötü bir şeymiş gibi lanse edilemeyecek kadar ciddi bir uğraş olduğudur. Bilen bilir ki kısa film yapımı uzun filme göre oranla daha zordur. Ayrıca araştırmacı gözlerin göreceği gibi insanı normal bir uzun filmden çooook daha etkileyen kısa filmler mevcuttur. Yurt dışında kısa filmler birer dal olarak gösterildiği gibi usta yönetmenliğe giden yolda da bir adım olarak gösterilmektedir (bizde ise bir hakaret gibi gösteriliyor). Aynı araştırmacı gözlerin göreceği gibi usta yönetmenlerin başlangıcında kısa filmler vardır ve bazıları aralarda da kısa filmler çekip bu açlıklarını gidermektedirler. “Kısa filmci” yapıştırması yakıştırma değil çamurdur özetle bizde. Yoksa gerisi zevke-renge girer. Antonioni yakıştırmasına bir yerde katılıyorum (ki bu bile bizde bir hakaret malzemesi olarak kullanılıyor. Keşke Antonioni usta gibi film çekebilen yönetmenlerimiz olsa). Ama biliyoruz ki yönetmenin ustaya saygısı var ama senaryoda ve çekimde “durun şöyle şöyle yapalım da sevgimi belli edeyim” gibi bir kaygısı olmadığını da biliyoruz. Bazen aynı şeyi iki beynin de düşünebildiği gerçeği gibi. Buna en iyi örnek de bu filmin senaryosu yazılmaya başlandığında Nuri Bilge Ceylan’ın İklimler’inin henüz çıkmadığıdır (harabe sahnesine hitaben)


İki Çizgi’yi muhtemelen çok az kişi izleyecektir vizyonda.Ama kısa süre sonra festivallerde daha sonra DVD’de, çok daha sonra da TV’de fırsatınız olursa izlemenizi öneririm türün sevenlerine. En azından ağzınızda bir tat bırakacak, senarist ve yönetmen Selim Evci’nin sonraki çalışmalarını merakla bekleyeceksiniz. Ki öğrendiğimiz kadarıyla sonraki yapımlarda bu filmi göz önünde bulundurursak çok şaşıracağımız sürprizler bizleri bekliyormuş.
Not: 7.1