BİR YERDEN UZAK, BİR YERE YAKINKonu sinema olunca filmleri Hollywood, Avrupa ve Asya şeklinde bölmeyi çok severiz biz. Üç ayrı tat, üç ayrı kitle göz önüne alındığında üç sinemanın da kendisiyle öne çıkan özellikleri vardır. Burada Hollywood ve Avrupa sineması nedir anlatmayacağım zira bu sayfaları takip ediyorsanız az çok cevabı biliyorsunuzdur ama özellikle ülkemizde Asya sineması (giderek artsa da) ne çok biliniyor de takip ediliyor. Asya sinemasını Oldboy’la veya 7 Samurai sananlar var. Japon, Çin, Tayland filmlerini geçtim, Güney Kore sineması özellikle 2000 yılından sonra sayısız güzel filmi dünyayla tanıştırdı. Güney Kore tabii ki Türkiye gibi değil. Burada izleyici sayısı 1.5-2 milyonu geçecek bir film ya içinde küfür olan bir komedi filmi, ya da silahın olduğu bir “dava” filmidir. Gerisi orta tempoda gider veya düşük tempoda batar ama Kore sineması box office’e baktığımızda, içinde günümüz duygularının bir belki iki karakterde pişirildiği filmlerin büyük işler yarattığını görebiliyoruz. Çünkü -evrendeki tüm senaristler kabul eder ki (etmesi lazım yani)- Asyalı yazarlar çok iyi yazar. Hem de çok. Kitaplarını çevirdiğimizde biraz o ruh kaybolsa da, filmlerde bunu pek yaşamıyor, damardan alıyoruz o kültürü.
Konuyu artık bağlasam iyi olacak. 2009 Mayıs’da Kore sinemalarında yaklaşık 1 milyon kişiye ulaşan, Hae-Jun Lee’nin son filmi Castaway on the Moon’a (Bay Kim'in Avare Günleri şeklinde Türkçe'ye çevrilmiş ey yumurtaya can veren Allah'ım) yakın mercek tutmak istedim. Lee ünlü bir yazar-yönetmen değil. İkinci yönetmenlik tecrübesindeyse çoğunun 10. filmde anca yolunu bulduğu bir işe imza atarak tüm kalbimi çaldı. Kadına, erkeğe, tüketen topluma, sosyal hayata, ikili ilişkilere, hayal ve umutlara bakışı kesinlikle 10 numara.
Film bir intihar teşebbüsüyle başlıyor. Kim, kredi kartlarının borçları ve daha birçok sorun yüzünden henüz filmin ilk saniyelerinde kendisini köprüden derin sulara atar. Sonra gözleri açılır. Az biraz sessiz bir ortamda uyanır. Yeşil renkler ortamda baskındır, rahatlamıştır, cennettedir. Yok yok, burası cennet değil, atladığı yerden birkaç kilometre uzaklıkta yer alan minicik bir adadır. Çöp doludur. Şehri tam karşıdan görmektedir ama bu adacıktan şehirdeki her hangi bir yola giden yol yoktur. Kimse de onu duyamamaktadır haliyle. Yani Kim, şehirden çok az uzakta, bu adacıkta mahsur kalmıştır. Artık bu adada hayatta kalmak zorundadır (Castaway filmi aklınıza gelsin). Çöpler en değerli hazinesidir. Kim’in hikayesi bir anda değişmektedir. Kim yavaş yavaş kendisini tanımaktadır ve ufacık şeylerle hayatının ne kadar eğlenceli ve değerli olduğunu anlamaktadır, aynı zamanda burada yazarın sosyal topluma fena giydirişleri göze çarpmaktadır.
GÖKTE ARARKEN ÇÖPTE BULMAK
Derken filme, kapakta gördüğünüz diğer kız katılır. Bu kız kendi odasından dışarı uzun bir süre çıkmamış ama hayatın ritmini de kaçırmamış, tüm soysal hayatı internette var olan, “yalandan” bir kızdır kısacası. Eminim ki bu tip insanlar sadece Kore’de yoktur. Çağımızın bir hastalığına, yazar farklı bir bakış getirmiş sadece. Odasından Ay fotoğrafı çeken bu kız, fotoğraf makinesinin zoom’u sayesinde Kim’i bu adada görür ve kızın hayatı bir şekilde değişmeye başlar. Adını film boyunca öğrenemeyeceğimiz bu kız, Kim’i uzaktan uzaktan izler ve bu reaksiyon sonucu ortaya çıkan maddenin sonuçlarını filmde ayıla bayıla izleriz.
Film tam bir detay zengini. Her bir eşyada, her bir imgede bir hikaye var ve filmin derdini anlamak istiyorsanız filmi biraz pembe dizi izler gibi izlememeniz gerekiyor. Böylece film sizi gerçekten bir adaya sürüklüyor. “Ben olsaydım ne yapardım yahu?” diyorsunuz ve işin ilginci, aklınıza gelen şeyleri Kim yapmıyor, onun yaptığı şeyler kesinlikle daha zekice ve daha gerçekçi oluyor. Çünkü siz bir adaya hiç düşmediniz! Ama filmin güzelliği işte bu, sonra sizi o adacıktan alıp bir odaya hapsediyor. Muhtemelen bu filmi odanızda izleyeceksiniz ve belki de biraz kendinizi bulacaksınız bu sahnelerde ama yine de karşılaşacağınız bu hayat size ilginç gelecek çünkü siz hiç bu tip kompleksleri olan bir insan olmadınız. İnsanların giderek sanallaştığı, giderek silikleştiği, giderek daha fazla tükettiği ve tarihin biz “modern” insanlara devrettiği bazı şeylerin anlamını, parantez aralarında görmek gerçekten büyük bir keyif bu filmde.Tabii ki filmin asıl amacı düşündürmek değil. Sizi hislere boğmak. Kalbinizin attığını hissettirmek. Deli gibi güleceksiniz, çok kızacaksınız, hayalleriniz yıkılacak, boğazınızda bir şeyler birikecek ve muhtemelen mutlu bir şekilde ağlayacaksınız bu filmde. Oyunculuğun da gayet iyi olduğu bu filmi, başta hikaye sever tüm sinefillere öneriyorum. Böylesi Kore’den bile çok gelmiyor. 8/10

























Arada bir geriye gitmekten zarar gelmez diye düşünüyorum. 13 yıl öncesine gidiyoruz ve Amerikada yarım milyona yakın bir hasılat yapan Jude'un hazin öyküsünü tekrardan hatırlayalım istedim. İstedim çünkü araştırdığım kadarıyla, kalitesine göre oldukça underrated bir film kalmış kendisi. Ülkemizde de durum böyledir diyerekten, filmin üzerinden, biraz da spoiler vererek geçmek hoş olur diye düşündüm.


Çizgi roman adaptasyonları gişede fazlasıyla tatminkâr sonuçlar almaktan da öte, rekor rakamlarla yapımcı firmaların ağızlarını sulandıran prodüksiyon devlerine dönüşmüşlerdir. Tüm zamanların en yüksek gişe hasılatı yapan 50 filmi sıralamasında The Dark Knight, Spider-Man Trilogy ve Iron Man'in yer alması bile çizgi romanlara pastanın hatrı sayılır bir diliminin düştüğünün göstergesidir.
X-men üçlemesinin toplamda milyar doları sollayan hasılatı elbette yapımcıları bu serinin etinden, sütünden ve yumurtasından faydalanma hırsıyla daha da kızıştırdı. 2007 yılında bu sefer de Origins adıyla X-Men karakterlerinin geçmişlerine dadanacaklarını ilân eden Fox Entertainment ilk iki projesini duyurdu; X-Men Origins: Wolverine ve X-Men Origins: Magneto.
Filmin maalesef yegâne sorunu şiddet öğeleri değil.
Filmin Los Angeles galasında yaptığı açıklamada "Sadece iyi ve kötünün mutlak mücadelesini X-Men konseptiyle anlatmaya çalıştım, daha genç ve daha geniş bir kitle benim için de yeni bir deneyim olacak." diyerek aslında bizi neyin beklediğine dair kendince uyarmış yönetmen ancak bir markayı Gavin Wood'a teslim eden Fox Entertainment ekibinin kafasından neler geçtiğini merak ediyorum, hoş bu merakı paylaşan başkaları da varsa muhakkak Kevin Smith üstadın Superman Returns'ü yönetmesi için kendisiyle iletişime geçen Fox Studios ekibiyle yaşadıklarını anlattığı konuşmasını YouTube'dan bulmalarını öneririm, yapım şirketleri ve stüdyoların dangalaklığı üzerine "Kevin Moore"vari bir şaheser ve sanmıyorum ki Wolverine'in akıbeti çok da farklı olmuş olsun Superman'inkinden.


