3 Mart 2009 Salı

İKİ ÇİZGİ

İki Çizgi vizyona girmeden önce belli başlı birçok festivali gezdi. Dünya prömiyerini 65. Venedik Uluslar arası Film Festivali’nde, Türkiye prömiyerini de 45. Altın Portakal Film Festivali’nde yaptı. Gezdiği ülkeler de Norveç, Yunanistan, Brezilya, Tayland, İtalya, Mısır, Rusya, İngiltere, Hollanda, Almanya, Güney Afrika ve Avusturya… İnsan ister istemez film buralarda vizyona girmeden geri dönüşleri merak ediyor(du). Genelde film yurt dışından olumlu eleştiriler almıştı. Özellikle de İtalya’dan. Ben de yurdum seyircisinin tepkisi ne yönde olacak çok merak ediyordum. Hayır, yani zaten ilgi gösterilmeyecekti de, ne kadar az ilgi gösterip ne kadar çok beğenmeyecek olacak, onu merak ediyordum.



Aklımdaki tahminde yanılmadım. İlk haftası olmadan “çok sağlam” eleştiriler aldı film. Beğenildi, beğenilmedi, ama bu kısma sonra geleceğim. Filme geçelim.





İki Çizgi ne en iyi Türk filmi, ne de en kötüsü. Ne büyük bir klişe ne de büyük bir orijinallik taşıyor. Zaten böyle bir hedefi de yok. Sancısı başka, derdi başka. Ne bir çok mekanda geçiyor film, ne onlarca oyuncusu var, ne de milyon dolarlık bütçesi. Ama elindeki avucundakini de son dirhemine kadar çok iyi kullanan, bundan daha iyisi çok zor olabilecek bir film olarak da karşımıza çıkıyor. Eğer asıl merak ettiğiniz kısım “Film iyi mi?” ise cevabım “Evet, iyi”… Bundan sonrasını okumak istemek isteyenlere de neden iyi olduğunu anlatmaya çalışacağım.






KARAKTERLER
Filmin merkezine oturan karakterimiz Selin (Gülçin Santırcıoğlu). Kendisi artık orta yaş dediğimiz bölüme gelmiş, işi gücü yerinde, maddi olarak özgür, her hangi bir kelepçesi olmayan, güzel zevkleri olan, çok da “bizden” farklı olmayan bir bayan. Ona eşlik eden karakterimizse Mert. Henüz gençlik rüzgarını ensesinde hisseden, fotoğrafla uğraşan, maddi olarak Selin’den beslenen, bulduğu fırsatlarda da gençlik açlığını, fantezilerini gidermeye çalışan, toy bir çocuk diyebiliriz. Evet, bu da bizden.




Artık uzun bir ilişkinin (3-4 yıl belki) getirdiği sorumluluklar yük olmuş, ilişkinin tadı tuzu kaçmış, eskiden paylaşılan bazı şeyler gitmiş, sadece ihtiyacı şeyler karşılanır olmuş, çoğu çiftin yaşayabileceği bir soğuklukla giden bir yaşantının arasına dahil oluyoruz birden İki Çizgi’de.
Film çok güzel bir tiyatral sahneyle açılıyor. Buradaki oyun kadar, gerçekle oyun arasındaki farkın hissedilebilir olması da göze çarpan ilk şey. Zaten filmin geri kalan her yerinde de birçok metaforlarla karşılaşıyoruz. Örneğin hemen peşinden bizi oyuncak bir ayı karşılıyor. O ayıcık onların iyi ve kötü (çok kötü) anılarına tanıklık eden, sevimlilik temsilcisi tabii. Film “çooook” durağan diyemeyiz. Örneğin güzel bir “hırsız” olayı filmin başlangıcına eşlik ediyor. Ve film metropolden çıkıp bir yol hikayesine katılıyor. Biz de böylece karakterleri biraz daha iyi tanıyoruz.

Filmde diyalog sayısı az diyebiliriz. Bu tip örnekleri İtalyan, Fransız filmlerinde hatta Kim –Kiduk sinemasında da görebiliriz. Bu bir tercih olarak karşımızda elbette. Bazı eleştiriler “orada şu nasıl denilmez, erkek karakter nasıl susar” gibi şeyler var. Zaten filmin özelliği de bu. Filmde aslında konuşma var, ama sadece konuşulmayan kısımlara biz eşlik ediyoruz. Çünkü bu filme dırdır bırbır konuşmak hiç mi hiç yakışmazdı. Örneğin filmde çift bir anda tatile çıkıyor. Normal bir filmde o tatil kararı alınıp yola çıkana kadar en az 5 dakika geçerdi gereksizce. Zaten kurguda atılan “tatile gidelim mi?” tarzı planların olduğunu biliyoruz (artık siz de biliyorsunuz:))Bu tamaiyle bir seçim yani. Güzel de bir seçim. Sessizlik, konuşmamak eğer yerince kullanılırsa konuşmaktan çok daha iyi bir etki yarattığı biliniyor ve Selim Evci de bunu henüz ilk filmi olmasına rağmen iyi kullanıyor. Ayrıca bu “boşluk” izleyicinin kafasındakileri beyninde yankılanmasına,ardından hoş bir empatiye yerini bırakıyor. “Ben olsam orada bir tokat atardım, görürdü” veya “aa niye sarılmıyorlar ki şimdi” tarzı her izleyende bir şey canlanıyordur.


DOKUNMA KORKUSU
Tabii ki film sinopsisini tüm genlerinde taşıyor ama bir çok metafor da alt metin oluşturuyor biz “kurcalamayı seven” izleyicilere. Örneğin çok güzel bir kaplumbağa planı var filmde. Şehirli bir kadının ürkekçe kaplumbağaya erişmeye çalışıp başarısız olması gibi tanımlanacağı gibi, hem evli, hem evsiz sayılabilecek, evini sırtında götüren, asla o bakımda özgür olamayan, hayatı yavaş ama çok uzun yaşan bir “karakteri” elde etmeye çalışıp erişememekte çıkacak onlarca anlamdan birisi olabilir. Aynı planın tabii o kadar iyi kesilip “acaba hayal mi gördü” sorusu da peşi sıra geliyor.



Filmin bence en güzel sahnesi olan ayçiçeği tarlasındaki “Ben”lik duygusu gerçekten tavan yapıyor. Toplumda herkesin “ben” olduğu şu yaşamda “aman bana ne ki, o ‘ben burdayım’” desincilik oyunu çok zekice kotarılmış olarak zihinlerimizdeki yerini aldı açıkçası.
























(Spoil olabilir bu paragraf)
Elbette bu tip düşündüren imgelerin, sahnelerin bir amacı var. Onların çoğu da bizi filmin sonuna taşıyor. Artık o sünepelikten çıkışın, sevgiyle sevişmekten tecavüze, bir erkeğin (hem de toy, naif bir erkeğin) nasıl geçtiğini, neden geçtiğini tüylerimiz diken diken izliyoruz. Buradaki oyunculuk da çok iyi açıkçası(filmin genelindeGülçin harika, Kaan’sa idare eder seviyede). Tabii ortada bir tecavüz var mı yok mu, kurulan fantezinin devamı mı, aslında kadın karakter hiç de razı değil gibi mi yoksa rahatsız gibi davranıyor oluşunun da fantezideki bir yeri mi… Bu ve bunun gibi sorular da senaryonun (ki 4 yılda yazılmış senaryo) bir diğer başarısı olarak göze çarpıyor.

Filmde hiç “kesin şudur, budur” diyebileceğimiz bir şey yok. Filmin bir sonu yok. Filmin sonunu biz yazıyoruz. Daha önceki sahnelerde de durum aynı. Kendimizden bir şeyler filme katabiliyor, yola beraber devam edebiliyoruz. Sinyal lambasının tiktaklarından dünyaya bir aynadan bakabiliyor, dilek ağacındaki bir dilek olabiliyor veya kurulan fantezideki yan bir karakter olarak objektiften filme geçebiliyoruz. Evet bunun da adı başarıdır.

Film hakkında aslında çok yazılıp çizilebilir ama özetlemiş olduğumu düşünüyorum bazı şeyleri. Lakin film eleştirmekle çamur atmak arasındaki “ince çizgiye” biraz parmak basmak istiyorum.


ÇAMURSAL ELEŞTİRİ
Bazı ünlü sinema portallarında Selim Evci’nin kısa filmci kimliğinin film eleştirilerine etiketlendiğini görebilmekteyiz. Doğrudur veya değildir burası tartışılır ama tartışılmayacak şey, “kısa filmin” kötü bir şeymiş gibi lanse edilemeyecek kadar ciddi bir uğraş olduğudur. Bilen bilir ki kısa film yapımı uzun filme göre oranla daha zordur. Ayrıca araştırmacı gözlerin göreceği gibi insanı normal bir uzun filmden çooook daha etkileyen kısa filmler mevcuttur. Yurt dışında kısa filmler birer dal olarak gösterildiği gibi usta yönetmenliğe giden yolda da bir adım olarak gösterilmektedir (bizde ise bir hakaret gibi gösteriliyor). Aynı araştırmacı gözlerin göreceği gibi usta yönetmenlerin başlangıcında kısa filmler vardır ve bazıları aralarda da kısa filmler çekip bu açlıklarını gidermektedirler. “Kısa filmci” yapıştırması yakıştırma değil çamurdur özetle bizde. Yoksa gerisi zevke-renge girer. Antonioni yakıştırmasına bir yerde katılıyorum (ki bu bile bizde bir hakaret malzemesi olarak kullanılıyor. Keşke Antonioni usta gibi film çekebilen yönetmenlerimiz olsa). Ama biliyoruz ki yönetmenin ustaya saygısı var ama senaryoda ve çekimde “durun şöyle şöyle yapalım da sevgimi belli edeyim” gibi bir kaygısı olmadığını da biliyoruz. Bazen aynı şeyi iki beynin de düşünebildiği gerçeği gibi. Buna en iyi örnek de bu filmin senaryosu yazılmaya başlandığında Nuri Bilge Ceylan’ın İklimler’inin henüz çıkmadığıdır (harabe sahnesine hitaben)


İki Çizgi’yi muhtemelen çok az kişi izleyecektir vizyonda.Ama kısa süre sonra festivallerde daha sonra DVD’de, çok daha sonra da TV’de fırsatınız olursa izlemenizi öneririm türün sevenlerine. En azından ağzınızda bir tat bırakacak, senarist ve yönetmen Selim Evci’nin sonraki çalışmalarını merakla bekleyeceksiniz. Ki öğrendiğimiz kadarıyla sonraki yapımlarda bu filmi göz önünde bulundurursak çok şaşıracağımız sürprizler bizleri bekliyormuş.
Not: 7.1

1 yorum:

nital dedi ki...

film malesef uzun yıllar sonra utançla anılacak yer yerde espriler yapılarak nedeni ise çok basit antonionin lavventurasını seyredenler zaten şu andan itibaren bu utancı yaşıor:)
genç arkadaş belliki türk versiyonunu yapayım demiş